Güney Sudanlı çocuk ve bayram

Benim adım Akol. 12 yaşındayım. Güney Sudan’ın Lotuke şehrinde doğdum ama şu anda Sudan’ın Darfur eyaletinde bir mülteci kampında annem ve iki kız kardeşimle birlikte yaşıyorum. Kampa geçen sene iç savaştan kaçarak geldik.
Bizim kasabada iç savaş başladığından beri okul yoktu. Sadece 2 sene okula gidebildim ve kendisi bir papaz olan öğretmenimizden okuma yazmayı, İngilizceyi ve matematiği öğrendim. Okulda iken en sevdiğim ders matematikti. Sayıları çok seviyorum, sayıların gücü olduğuna inanıyorum. Eğer kalabalık bir nüfusumuz olursa iç savaşı sona erdireceğimizi düşünüyorum.
Aslında ben Müslümanım. Amcam ve teyzelerim Hristiyan’dı. Babam ve annem sonradan Müslüman olmuşlar. Biz Berta kabilesindeniz fakat geleneklerimizden ötürü bizi Müslümanlar bile farklı görüyor.
Annem bana nasıl abdest alarak namaz kılacağımı öğretmişti. Bazen kılıyorum ama her zaman değil. Darfur’a geldiğimizde derme çatma bir medresede Kuran-ı Kerim okumayı da öğrendim. Hatta sureleri ezberlediğim için hocamız bana bir Luh hediye etti.
Güney Sudan, Sudan’dan bağımsızlığını alınca sevinmiştik. Hatta ben de yüzüme boyalar sürmüş, kasabanın meydanındaki kadın ve erkeklerin yaptığı danslı kutlamaya ağabeyimle katılmıştım. Babam Güney Sudan için yeni bir dönem başladığını artık Sudanlı Arapların bizi ihmal etmesine tanık olmayacağımızı kendi yağımızda kavrulacağımızı söylemişti.
Fakat hiç de babamın düşündüğü gibi olmadı. Ben yedi yaşında iken ülkemizde iç savaş başladı. Bir akşamüzeri Nuer kabilesine mensup bir grup, kasabamızı bastı. Evlerimizi yaktı. Babamı öldürdüler. Henüz o zaman 9 yaşında olan ağabeyimi yanlarına alarak götürdüler. Annem ve iki kız kardeşimle birlikte ben kurtulmayı başardık. Artık hiçbir şey eskisi gibi değildi kasabamızda. Herkeste bir umutsuzluk vardı. Çoğu kişi baskında anne babasını kaybetmiş, kasabamızdan 20 kadar çocuk da kaçırılmıştı. Annem ağabeyim Abdu’nun çocuk asker yapılmak için kaçırıldığını söyler, her akşam ağlardı.
Bir gün daha önce hiç görmediğim beyaz tenli insanlar geldi. Bizi Etiyopya sınırında bir kampa götürdüler. İlk defa kampı o zaman gördüm. Bizim kasabamızda çok kez kesilse de elektrik vardı. Geniş bahçemizde kerpiçten yapılmış baraka bir evimiz vardı. Fakat bu kampta ne elektrik ne su vardı. Annem ve kız kardeşlerimle kamıştan barınabileceğimiz bir yer yaptık. Bize günde bir öğün yemek veriliyordu, daha sonra yemeğin domuz etinden yapıldığını öğrenince yememeye başladım. Bazen yakınlardaki nehre gidiyor, oradan balık tutuyor eve getiriyordum. Daha çok çekirge kızartmayı seviyordum.
Bir gün annem bize o günün Ramazan Bayramı olduğunu söyledi. Ramazan Bayramını biliyordum. Çünkü annem ve babam bir ay boyunca gündüz yemek yemeyip oruç tutuyorlar akşam da iftar ediyorlardı. Hatta bir defasında abim ve ben de oruç tutmuştuk. Fakat ben akşama kadar dayanamamıştım. Ramazan Bayramı oruç bitince başlıyordu. Annem sadece o güne has un ve şeker kamışının suyundan bir tatlı yapıyor, bize gelenlere ikram ediyordu.
Ramazan Bayramında henüz ekmek ve sudan oluşan kahvaltımızı yaptığımızda çocukların bağırışlarını duydum. “Türk, Türk” diye sesleniyorlardı. Hemen ben de çalıdan yapılmış evimizden çıktım. Çocuklar, kadınlar, yaşlılar toplanmış neşe içerisinde bağrışıyorlardı. Gelenlerin Türk olduğunu, yardım için geldiklerini söylediler. Mavi bir yelek giymişlerdi. Yeleklerin üzerinde daha önce görmediğim bir bayrak ve “Diyanet Vakfı” yazıyordu. Orta boylu beyaz, Avrupalılara benzeyen 2 kişi ellerindeki yiyecek dolu torbaları dağıtıyordu. Herkes bir sevinç içindeydi. Annem bu tür gelen yardımlara karşı dikkatli olmam konusunda uyarmıştı. Çünkü bir komşumuzun çocuğu yediği konserveden zehirlenmiş, doktora götüremediğimiz için bütün gece acı çekerek hayatını kaybetmişti.
Herkes eline yardım torbasını almış derme çatma evlerinin yolunu tutmuştu. Ben ise bakakalmıştım. Hafif sakalı olan bir genç bana eliyle gelmemi söyledi. Gittim yanına, bana bir torba vermek istedi fakat ben bozuk İngilizcemle almak istemediğimi söyledim. Bana neden almak istemediğimi sorduğunda önüme bakarak cevap vermedim. O sırada annemin koşarak geldiğini gördüm ve gelenlerin ellerine sarıldığını fark ettim. Annem hiç öyle bir şey yapmazdı aslında. Fakat o, gelenlere Arapça olarak “siz Türklerin bir gün geleceğini biliyordum” dedi. Annem gelenleri eve davet etti ve su ikram etti. Türkler gidince torbaya bakmamızı söyledi annem. Yardım torbasında bize uzun süre yetecek erzak, bir balon, bir oyuncak bebek ve bir toka vardı. Ben balonu aldım kardeşlerim de diğerlerini. İlk defa bayramda bir hediyem olmuştu. Patlayıncaya kadar bir hafta balonla oynadım, hatta gece balonumla birlikte yattım.
O Türkler 2 ay sonra tekrar geldiler ve bu kez bize kesilmiş Kurban eti bıraktılar. Yanlarında gelen bir kişi de bize 2 keçi hediye etti. Onlar her sene iki kez geldiler ve her defasında bize erzaklar, kurbanlar getirdiler.
Şimdi Sudan’ın Darfur eyaletinde bir kamptayız ama yine onların gelmesini bekliyorum. Bu sefer benim de bir görevim var. Türkiye’den hayırseverlerin bağışladığı kurbanlar kesilecek. Sadece bizim kampta 2500 kurban kesilecek. Kamplarda hayat zordur, geceler uzundur. Rüzgar daha sert eser. Fakat kesilen kurbanlar bir nebze olsun gülümsememizi, hayata tutunmamızı sağlayacak. Kurbanlar bizim için yalnızca akıtılan bir kan, birkaç gün yetecek bir yemek değil. Bir umut ve kardeşliğimizin sembolü.
Bugün yine Kurban Bayramı, birazdan etrafı ağaçlarla dolu olan hasırlı mescidimizde bayram namazını kılacağız, sonra da kurban kesimine başlayacağız. Bugün diğer günlerden farklı bir gün. Sanki 5 yıl önce kaçırılan ağabeyim gelecek. Onunla bayramlaşacağım ve beraber yeniden bir aile olacağız.
Annem her zaman söyler, “umudu kaybetmek savaşta mağlup olmaktır”. Ben hiç umudumu kaybetmeyeceğim. Çünkü bayram yeni bir umuttur, yeni bir başlangıçtır hep…