Görünmeyenlerin hikâyesini çalamayacaksınız!

“Baş eğmeziz edaniye dünya-yı dûn içün
Allah’adur tevekkülümüz, itimadumuz.”
Bakî

Nizamettin Kaymak adlı güzel bir abimiz var bizim. Kaldırım taşı, beton parke filan imal eder, uygulamalarını yapar. Tam bir aksiyon adamıdır. 15 Temmuz gecesi olan biteni haber alır almaz Gölcük Donanma Komutanlığı’nın kapısına ilk dayananlardan biri oldu. Şimdi burada anlatamayacağım kadar detaylı bir macerası var o geceye dair. Neler olduğunu anlattı uzun uzun biz de dinledik geçtiğimiz günlerde. O gecenin heyecanını aynen yaşıyordu. Bir tek cümlesini hiç unutmayacağım sanırım, şöyleydi; “Anın vacibini yerine getirmek lazım abi” dedi “eğer anın vacibini yerine getirmeyip sonrasında geçmiş olan o ana dair aksiyon alırsan işe riya bulaşma ihtimali yüksektir” diye devam etti. O gün bugündür ‘anın vacibi’ tabirini düşünüyorum. Müthiş! Nizamettin abimizin o geceki mücadelesinin ve anın vacibini yerine getiriş biçiminin huzurunda saygıyla eğiliyorum.

Anın vacibi, yani o an için en önemli iş, öncelikli mesele… Toplumun önemli bir kısmı anın vacibi hususunda üzerine düşeni yerine getirdi elhamdülillah. Sonrasında Numan Kurtulmuş Bey de bu tabiri kullanarak FETÖ ile mücadele hususunda; “Anın vacibi bu işin bitirilmesidir” cümlesini kurdu malumunuz. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın “O gece milletin her rengi iradesine, özgürlüğüne, geleceğine sahip çıktı. Milletimiz o gece görevini yerine getirdi. Artık sıra bizde; siyasette, bürokraside görev alan herkeste… Bundan sonra bizim çok daha farklı çalışmamız lazım. Hiçbirimizin ülkemizin çıkarları dışında hareket etme hakkı yoktur. 15 Temmuz’dan öncesi farklıdır, sonrası farklıdır. Şahsım dahil… Böyle anlarda herkes 15 Temmuz şehitlerinin hikâyesine bakmalıdır. Oradaki kahramanlık bizi kendimize getirmiyorsa yazıklar olsun” şeklindeki ifadeleri de 15 Temmuz anının vacibini yerine getirenlerden yola çıkarak, içinde bulunduğumuz anın vaciplerinin yerine getirilmesi mecburiyetine vurgu yapmaktadır.

İşgal girişimi gecesinde toplum ortaya bir vasat koydu. Meselenin adını koyarak başladı işe. Sokağa çıktı, direnişi organize etti, eliyle, diliyle müdahil oldu kötülüğe, gücünü yetiremeyenler kalbiyle buğz ettiler, en azından tarafını belli ettiler. O gece gün ışıyana kadar ‘bu darbenin sabahı yok’ cümlesi gerçek olsun diye gözyaşı da aktı, ter de, kan da…

Gece her anlamıyla karanlıktı zaten. Kimsenin kimseyi görecek hali de yoktu, kimsenin de görünür olma derdi de… Gün doğmadan yerine getirilmeliydi anın vacibi.

O gece ‘millet’ samimiydi. Çıtayı koydukları yerin adı vasattı. Sabah gün doğduğunda mütevazıydılar, hepsinin üzerinde bir vakar vardı. O gecenin sabahında, gün doğduktan sonra tanklara koşup bu vasatın üzerinde bir performansla ‘görünür’ olma çabasına girenler şüphelidirler. Şuna şahitlik ettik ki; o gecenin kahramanları ‘görünür’ olmak için hiçbir şekilde özel bir çaba içerisine girmediler. Sahneye talip olmadılar. Sahnede değil sahadaydılar. Bu yüzdendi işte bütün bir millet olarak ‘ünlü’ oluşumuz. Allah tüm şehitlerimizden ve gazilerimizden razı olsun. Onların her biri önden gittiler, önümüze düştüler, yolumuzu açtılar. Allah biliyor!

Ne olduysa gün ışıdıktan sonra oldu zaten. 15 Temmuz gecesinden 16 Temmuz sabahına kadar kalplerinin hangi tarafa meyilli olarak attığı konusunda emin olamadığımız kişilerin, işgal girişimi püskürtüldükten sonra abartılı bir şekilde görünür olma çabasına tanıklık ettik.

Aydın Ünal Yeni Şafak Gazetesi’ndeki köşesinde kaleme aldığı ‘Davayı fırsata çevirmek’ adlı yazısında şu cümleleri kurdu geçtiğimiz günlerde:

“16 Temmuz sabaha karşı, direniş meydanlarında canlarını, kanlarını bırakarak, kollarını, bacaklarını bırakarak, eşlerini, yavrularını bırakarak hepsi de vazifelerini yapmış olmanın rahatlığıyla evlerine, hastanelere, morglara çekildiler.

Tarihin maalesef değişmeyen ve en çirkin cilvesidir: Savaş olunca en ön safta olanlar, zafer kutlamalarında hep en arkada kalırlar; mücadelede en arkada duranlar, zaferin ucu görününce, herkesi çiğneyerek en öne geçerler.

Şimdilerde yaşanan tartışmalara, yazılanlara, anlatılanlara, söylentilere bakınca, tarihin tekerrür ettiğini görüyor insan. İster istemez iki büklüm oluyor.

Ortalık sahte kahramanlardan geçilmiyor. Davayı fırsata çevirmek isteyenler meydanda at koşturuyor. O gece gizlenenler, sabaha kadar kayıp olanlar, gecenin kahramanlarına pervasızca yılan zehirli dillerini uzatıyorlar. Eski hesaplarını görmek isteyenler, öne çıkmak için herkesi çiğneyenler, ikbal kapılarını zorlayanlar, alelacele yazdıkları kitaplarla şehitlerin kanı üzerinden para ve şöhret devşirmeye çalışanlar hem şehitlerin, hem tüm kahramanların, hem de iyilerin ruhlarını, canlarını incitiyorlar.

Şükür ki, gecenin kahramanlarının çoğu olan biteni izlemiyor, dönüp ganimet savaşlarına bakmıyorlar. Ne sahte kahramanlık destanlarına, ne ikbal, makam, rant ve fırsat kavgalarına ilgi duymuyorlar. 15 Temmuz öncesinde olduğu gibi kendi mütevazı hayatlarını idame ettiriyor; yeni bir çağrı için tetikte, can vermeyi bekliyorlar.”

Görünmeyenler anın vacibini yerine getirdiler ve görünmeyen alanlarına geri çekildiler. Bu başlı başına çok ama çok özel bir hikâyedir.

Görünme çabası içerisine giren ne kadar isim varsa onları görebiliyoruz evet. Çok iyi görüyoruz üstelik. Yaftalamalar yapıyorlar, linç açlığı içindeler ve bu açlığı tatmin için her şeyi yapabilir haldeler, dedikodu ve gıybet mekanizmasının tüm dümenleri ellerinde olsun diye çabalıyorlar, görünmeyenleri birer birer tasfiye etmenin şehveti önderlik ediyor kendilerine, o gitsin şuradan bu gelsin oraya hesapları başlarını döndürüyor, FETÖ’den doğan derin boşluğa akmanın, büyük bir hazla boşalmanın hesabını yapıyorlar… Yazık.

Aslına bakarsanız bütün bu eylem biçimleri, görünmeyen olmayı her şeye rağmen tercih etmiş olanların o büyük hikâyesinin üzerine çökme, o hikâyeye bir yerinden eklemlenerek hikâyeyi kendi arzu ettikleri minvalde dönüştürme, bu hikâye üzerinden aklanma operasyonu, biraz daha açıkça ifade edecek olursak görünmeyenlerin hikâyesini çalma girişiminden başka bir şey değildir.

Bu görünür olma çabasının tamamen dünyalık olduğu da ayan beyan görünür durumda oysa. Öyle ya; bunların ahiret diye bir dertleri olsaydı yedeklerinde birazcık olsun insaf olurdu; el-insaf!

Çünkü insaf, vasattır, adalettir, hakikattir. Kim bilir, belki de bu yüzden ‘dinin yarısı insaftır’ buyuruyor Efendimiz.