İbrahim Tenekeci’yle arkadaşlığımız yirmi seneyi buluyor. Birlikte dergi çıkardık, demeyi isterdim ama genellikle arazide olan oydu, ben de umumiyetle arazi olandım. Bu süre boyunca yedi şiir kitabı çıkardı. Çalışkanlığı kesinlikle göz alıcı. Kitapları dolduran şiirlerden önemli bir kısmının, yayınlanmadan önceki sayılı, talihli okurlarından biriyim. Şiirde ne yaptığı, yapmaya çalıştığı üzerine daha önce yazdığım iki yazıda yaptığım tespitler benim için geçerliliğini koruyor. Yani şu kadar senedir takip ettiğim, arkadaşlık yaptığım, birlikte yürüdüğüm dostum İbrahim Tenekeci’nin şiiri hakkında, kafamda belirgin, her yeni kitapla doğrulanan bir fikrim var. Ama yine de onun şiirleri beni şaşırtabiliyor. İşte şair olmak budur.
Son kitabı Görmeden Ölmek’te birçok şiir ve dize dikkatimi hususen çekti. Bunlardan bazılarına değineceğim. Ama benim için, ilk yayınlandığı zaman da, şimdi tekrar kitapta, yerinde okurken de, Muhaceret şiiri ayrı bir yerde duruyor. Ne söylediğini, hangi dertlerle söylediğini biliyorum. Çünkü şairiyle bu şiiri üzerine, daha yayınlanmadan önce uzun konuşmuştuk. Ama benim için nasıl söylediği, bu şiiri nasıl olup da söylediği, daha ilgi çekici ve daha önemli. İbrahim, bu heyecan verici şiir için binlerce yıllık bir şair sesini nereden bulduysa bulmuş, onu iman, adalet, tabiat duygularıyla doldurup göğümüze salıvermiş. Artık her türden inanmışın, hakkını kendisinin almaya davrandığı bir dünyada, o hakkını almayı can havliyle, güvençle, inançla rabbine havale ediyor. Ama sesindeki metanet ürkü veriyor: “Rabbim/ Hakkımı al benim haksızdan/ Ekmek demeden emek verdiğim/ Hakkımı al benim haksızdan,/ Gökte hilal var, on dört aralık/ Hakkımı al benim haksızdan.”
Bu şiirleri okurken, bu şiirlere sinmiş ve artık ikimizin de başına gelen orta yaşın sesini duyuverdim. İbrahim Tenekeci, bu şiirleri evde, köşe yazılarından, dergi telaşesinden, dünya gailesinden kurtardığı saatlerde yazdı. Ama orta yaşın deneyimi, dinginliği, kendiliğindenşairliği de ona yardım etti. Şu dizelerle anlattığı şey budur: “Elimin mürekkebi akıyor gibi/ Evde oturmak, bütün gün, böyle.” Şu dizeyi de bunların yancağızına koyayım: “Kendimden ayırmadım, ey şiir, seni.”
Ayırmadı. Şairler ara ara heyheylenir, şiirle filan karşılıklı küsüşürler, işte çekişirler filan. Her evlilikte olur ya. Ama İbrahim Tenekeci, şiirle uzun, kalıcı, sabırlı bir ilişki kurdu. Bu işlerde yeteneğe, sabrın ve direncin eşlik etmesi gerektiğini aramızda en iyi bilenlerden biri oldu.
Tenekeci temaları bu kitapta da var. “İnsana iyilik veren tabiat” var, “Ekmekten sözlüye kalkmış adamlar” yani ekmek ve emek var, değişmelerimizin ve savrulmalarımızın kayıtları var: “Yola giden ev, bu bizim hayatımız” ya da “Denizi doldurup alınan yerler” veya “Sabah namazıyla çorbalar hazır/ En sevinçli kısmı, sanayi sıfır.” gibi. Yani bu şiire kuşbakışı bakınca gördüğüm manzara şu: Şehrin, betondan ve hırstan kaçırılmış bir tepesinde çömelmiş, eliyle toprak keseklerini sevgi ve anlayışla ovalayan bir adam. Bu, onun şiiri.
Benim, meslek icabı olarak da derhal dikkatimi çeken ilham verici dizelerden bir kısmı da şunlar: “Ezanlar okunurken dinlemek seni/ Sesine doğru akarken sular/ İslami ilimler, ölmek örneğin/ Kaderin hakkını vermiş olarak,/ Güneşten gölgeye geçmek mi dersin?” Bu dizelerde, “İslami ilimler”i böyle yekten, kolayca kullanıvermiş olmasına bayıldım. İslami ilimler, bu dize boyunca, kan-can-vitamin kazanmış gibi geldi bana. Bir İslami ilimler mektebinde çalışan birisi olarak, bu dizeyi ben söylemiş olmayı isterdim.
Bir de, şu dize peşimi bırakmıyor: “Dağların üstünde kar gibi şeyler”. Bilmiyorum, kimlerde aynı etkiyi yaptı, yapacak ama bu dizedeki keşif duygusuna eşlik eden yadırgama duygusuna eşlik eden muğlaklığa eşlik eden şeyler…
İbrahim Tenekeci, “İnsan insana anlatamaz derdini/ Denedin, olmadı, değil mi?” diyorsa da, deniyor ve anlatıyor. Eline sağlık şairim.