‘Muş’un Malazgirt ilçesinde kahvehane işleten Murat Şancı, Donald Trump’ın kazanmasından dolayı müşterilerine bedava çay ve kola dağıttı.’
Bu haberi sanırım siz de görmüşsünüzdür. Haberin videosunda yer alan söyleşilere bakılacak olursa içinde inceden bir muziplik barındırdığını söyleyebilirim. En azından kahve milletinin insanları bir hayli keyifliydi. İyi de neden Trump kazandı diye Türkiye’de, Muş’ta, Malazgirt’te bir çay ocağının sakinleri bu hadiseyle bu düzeyde bir ilgi geliştirsinler ki?
Geçtiğimiz yıl Donald J. Trump’ ın aday olacağı haberleri gelmeye başladığında ve buna mukabil ciddi bir kamuoyu desteğinden haberdar olduğumuzda doğrusu bu ya gülüp geçmiştik. Yine aynı zamanlarda, Yalova’da bir evdeki dost sohbetimizde Türkiye’yi, dünyayı, Avrupa’yı, ABD’yi, gidişatı, sistemi konuşurken Yalova Üniversitesi Endüstri Mühendisliği’nden Araştırma Görevlisi arkadaşımız İbrahim Sabuncu, Trump’ın ABD halkı tarafından ciddi ciddi seçilebileceğini söylediğinde bu durumun ortamda bulunanlar açısından oldukça ilgi çekici geldiğini hatırlıyorum. Aynı ortamda bulunan ve kendisinden Avrupa tarihi, ABD tarihi, mevcut uluslararası hukuk uygulamalarının tarihi kökenleri hususunda çokça istifade ettiğimiz Yalova Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü hocalarından Mehmet Ali Uğur Hoca buradan hareketle ABD ile AB’nin kurucu felsefesini sürdürmekte olan devletler arasındaki mahiyet farkından söz etmişti. ABD açısından bakıldığında yaramaz ve daima sorun çıkaran bir Avrupa görüntüsü ve tam bir kovboy filmi ağzıyla ifade etmiş olayım ‘lanet olsun’ diyerek Avrupa’nın çıkardığı pislikleri temizlemek durumunda kalan bir ABD fotoğrafı ortaya çıkmıştı Mehmet Ali Hoca’nın söylediklerinden.
İçinde bulunduğumuz dünya sisteminin kurumsal temellerini, her ne kadar 2. Dünya Savaşı ile birlikte ciddi anlamda yara almış olsa da, 1648 Vestfalya Barışı’na kadar götürmemiz gerekir. Avrupa içindeki küçük prensliklerin yerini ulus-devletlere terk ettiği ve yeni bir sistemin kurulduğu tarihtir 1648. Aslında bu tarih, bizim için kadim ve doğal olarak müesses olan devlet kavramıyla Batılıların henüz tanışıyor olmasının tarihidir.
Tıpkı Yunan mitolojisindeki tanrılar gibi küçük tanrıların oluşturduğu bir düzlem ve düzenin tesisi için kritik tanrısal kavramsa ‘egemenlik’ kavramıdır şüphesiz. Hiç kimsenin bir diğer egemenin alanına giremediği ama kendi egemenlik alanında tanrılaşmasının adıdır Vestfalya. Egemenlik alanının dışına çıkarak haddi aşanların tanrılar düzleminin aktörleri tarafından cezalandırılmalarına çokça tanık olmuştur dünya.
Batı tarafından tesis edilen bu düzenin aktörleri devletlerdir. Dünyanın geri kalan kısmına çeki düzen verme işi ya da onların nazarından bakarak şöyle söyleyelim ‘yükü’ bu aktörlere kalmıştır ister istemez. Öyleyse, bu düzeni kabul edecek olan yeni devletler tarihsel iddialarından vazgeçerek bir takım görünmez taahhütler vermek durumundadırlar ki devletler düzlemine kabul edilebilsinler. Bu durumda ortaya çıkan tablo şudur; (1) ‘Daha devlet’ olanlar vardır ve (2) daha devlet olanlar tarafından meşruiyet bahşedilmiş diğer devletler vardır.
Devletler sistemini kuranların dünya savaşları ile birlikte yaşamaya başladıkları, devlet olmalarına izin verilmişlerinse yeni yeni karşı karşıya kaldıkları ulus devlet krizleri içinde bulunduğumuz zaman diliminin en belirleyici ve öyle sanıyorum ki istikamet verici dönüm noktasıdır. Bu krizi aşmak adına öteden beri ulus-devlet üstü işbirliğine yönelik yapılanmalar, uluslararası örgütler, ulus-devletlerden müteşekkil birlikler tesis edildi. Ancak bu tedbirlerin hiçbiri krizi aşmak için yeterli olamadı ve bugünlere geldik. Gelinen noktada, ‘dünyanın geriye kalanı’ cephesinden gelen taleplerin sahiciliği karşısında ‘sanal dünya’ cephesinin acziyetine tanık oluyoruz.
Ulus-devletler sisteminin kurallarına göre oyun oynayanlar (Hillary Clinton) ile ulus-devlet mantığına yeni bir ilavenin kaçınılmazlığı karşısında pozisyon arayanlar (Donald J. Trump) arasındaki mücadeleyi biraz buradan okumak gerekiyor. Brexit ve Trump; yeni bir eşik. Ulus devlet, ulus devletler topluluğu ve dolayısıyla Avrupa fikrinin derinden sarsılması kuvvetle muhtemel.
Netice itibarıyla buraya kadar yazdıklarım ‘bizim buradan’ bakınca yaptığımız okumalardan sadece biridir. Aslında olmasını arzu ettiğimiz şeydir. Kim bilir belki de tüm bunlar bahsettiğimiz sistem değişiminin işaret fişekleridir. Amerika açısından içeriye dair bakış geliştirme imkânına ne yazık ki ‘dünyanın geri kalanı’nda yer alanlar olarak çok bilgi sahibi olduğumuz söylenemez.
Doğu yakası, batı yakası, göller bölgesi, kuzey, güney, İncil üzerinden motive olunan coğrafyalar, ekonomik gösterge mahkûmu çevreler üzerinden hareketle yapabileceğimiz okuma imkânlarına sahip olamadığımız için, yani ABD dünyaya kendisini nasıl görünmek istiyorsa öyle gösterdiği için, bizler, ABD’deki demografik değişimleri, ABD ortalamasındaki bozulmaları görmekten de uzak kalıyoruz.
Mevzulara devletler düzleminden baktığımız kadar her bir devletin kendi içerisinde barındırdığı unsurlar açısından da bakmak zorundayız. Clinton ile Trump arasındaki farkı ‘karışıklık’ metaforu üzerinden okuyacak olursak seçim sonuçlarının hemen akabinde attığım bir twitten yola çıkarak şunları söyleyebilirim. Şöyle yazmıştım;
“Clinton ile dünya daha da karışacak ABD izleyecekti.
Trump ile ABD karışacak dünya izleyecek.
Sanki.”
Temel bir söylem olarak ‘ABD’de kimin başkan olduğunun ne önemi var, orada yerleşik bir sistem var’ cümlesinin peşine düşenler bana kalırsa yanılıyor. Sistem sorunu, seçmen davranışlarını kitsch, saçma sapan, savruk, maceracı yöne doğru eviriyor. Çünkü makul olmak sisteme mahkûmiyeti de beraberinde getiriyor. Kampanya boyunca kullanılan dile ve söyleme bakacak olursak, bundan sonraki süreçte Trump ile birlikte ABD’nin içeriye yönelik alacağı aksiyonların dışarıya yönelik alacağı aksiyonlardan daha yoğun olacağını söyleyebiliriz. Bu, dünyanın biraz nefes alacağı anlamına gelebilir.
Başkanlık serüveni boyunca yüzüne çalınmış kara renk gittikçe ağaran ve en nihayetinde bembeyaz Trump’a koltuğu teslim eden kirli beyaz Obama filminin bittiği ve bir başka sahneden başlayan farklı açılarla bezenmiş Trump adlı devam filminin başladığı noktadayız. Amerika Amerika’dır sonuçta. Netice itibarıyla, ABD sistemi açısından her ne kadar çok fazla bir şey fark etmeyecek gibi görünse de Muş’un Malazgirt’indeki çaycının gördüğü şeyi kayda değer bulanlardanım ben. İşin bir de şu tarafı var; ABD rüyasındaki o karanlık güruhun kötü bir ‘Trumpet’ sesine uyanmış olmalarına şahit olduk ki bu en güzel olanıydı. Malazgirt’e gidip çaycı Murat Abimizden bir çay içesim var. O derece yani.