Gezi eşkıya kalkışmasında, tiyatrocusundan çalgıcısına, dizi film oyuncusundan ressamına, film yönetmeninden set işçisine… kültürel hegemonyaya dahil olan (ya da olduklarını zanneden) hemen herkes, postu Taksim Meydanı’na sermişti.
Öte yandan yabancı medya kuruluşları, yerli medyadaki işbirlikçileri sayesinde İstanbul’u adeta yayın üssüne çevirerek, Türkiye’de özgürlüklerin kısıtlandığına, güvenlik güçlerinin “orantısız güç kullanmak” ne kelime hayalleri aşan bir şiddet uyguladıklarına dair “canlı örnekleri” Batı’ya ulaştırıyorlardı.
Hepsinin de bekledikleri ilk şey, büyük bir cenaze şovuydu. Televizyon ekranlarında açık açık ölüm haberleri vermeyi arzuladıklarını belirtiyorlardı. Bunun hemen ardından borsanın çökmesi, birkaç büyük bankanın batması, kurların çıldırması şeklindeki temennilerini sıralıyorlardı.
Oldu elbette bir şeyler ama hiç de Gezicilerin umdukları gibi olmadı.
Geriye Roma, Berlin, Paris, Londra gibi modern sanat merkezlerinde yaşayan (ancak Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan hatırı sayılır bir fon kaptıklarında, film yapmak için Türkiye’ye uğrayan), yönetmenleri, Batılı liderlere elçi olarak göndererek devrimleri için yardım dilenmeleri kalmıştı.
Bunu da yaptılar ama her nedense kıyam halinde kutsadıkları o devrimlerin beşiğinden de umduklarını bulamadılar. Onlar, Türkiye’deki temel yatırımların durdurulması, yeni projelerin iptal edilmesi konusunda kendilerinden destek istiyorlardı ama her nasılsa devrim yapmalarını istemiyorlardı; Geziciler için bu hiç de anlaşılabilir bir durum değildi. Zaten yeni devrimin ölüsü diye sarıldıkları kişiler aranan teröristler olarak çıkıyor; “ekmek almaya giderken öldürüldü” diye gösterdiklerinin cebinden molotoflar düşüyordu.
Derken, başta köşeli klozeti amblem olarak benimseyen meslek odası olmak üzere, Gezicilerin amaçlarını aydınlara, münevverlere, esnafa… benimsetme işini, yönetimleri Kemalist ulus-solcular tarafından işgal edilmiş kimi meslek kuruluşları üstlendiler. Yine olmadı. Üstelik sanki kadrosuzluk nedeniyle TIR şoförü olamadığı için hoca olmuş birini de yedeklerine çektikleri halde ulaşamadılar halka, benimsetemediler devrim amaçlarını hiç kimseye.
Radikal adında bir gazete vardı o zamanlar; Kemalist ulu-sol entelliğin kalesi hükmündeydi. Gezi eşkıya kalkışmasını daha ilk saatlerinden itibaren benimsemiş, yalana, dümene, tezgaha sarılmak pahasına onların bayraktarlığını üstlenmiş bir gazeteydi. Batı görmüş, çoğu Paris kafelerinde oturmuş, Londra caddelerinde gezinmiş, Berlin duvarına kadar dayanıp oradan fotoğraf bile çekmiş olmakla aydın olmayı hak ettikleri vehmine kapılan akıllı çocuklar da gazeteci, yazar maskesiyle orada mekan tutmuşlardı. Sonunda Gezi eşkıya kalkışmasında neyin eksik olduğunu keşfetmek ve o eksiliği acilen gidermek de Radikal’e düştü.
Çünkü en somut ifadesiyle, Gezi parkında, “Mesele sadece Gezi parkı değil arkadaş, sen hâlâ anlamadın mı?” diyen sanatçılar(!), ölüm üretimine bizzat katkıda bulunan teröristler, kendi yöneticilerini Batılı liderlere şikayet eden film yönetmenleri, küfür ve hakaret kusan malum meslek odaları vardı var olmasına da Gezicilere düşünsel, felsefi, entel bir teorik yapı sunan kimse yoktu. Belki de Batılılar, düşünmeyi bilen insanlar olmaları bakımından bu eksiklik nedeniyle onlara arka çıkamıyorlardı; belki halka da aynı nedenle ulaşamıyorlar, onları yanlarına çekemiyor olabilirlerdi.
Konu aydınlanmıştı. O zamanlar her salataya maydanoz olurcasına, her işe müdahil olan Ezgi Başaran diye de biri vardı. Haliyle, söz konusu eksikliği gidermeyi, devrimci bir serdengeçti olarak o üstlendi. Diğer bir ifadeyle Gezi’nin entel kulplarını o bulacak, yerlerine takacak, Gezideki eşkıyalar da kutsal bir küpü taşırcasına, onlarla devrimi yükselteceklerdi.
Aslında Ezgi’nin işi hiç de görüldüğü gibi kolay değildi. Konuşurken tersinden bir metafizik yaptığı için Ahmet İnsel’in fazla bir hükmü yoktu. Ömer Laçiner, dolayısıyla Birikim ekibi konuyu anlayacak kadar ayılamamışlardı henüz; hem Sol İlahiyat arayışından Direnmenin Estetiği’ne aşırı bir hızla geçiş yaparak fren balatasını yakabilirlerdi.
Hal böyle olunca Ezgi’ye de kulp niyetine İskender Savaşır’a tutunmak kaldı, kala kala.
İskender Savaşır’ı kim tanırdı? Gezicilerden bakarsanız kimse tanımazdı. Zaten bu ve benzeri adamları tanıyor olsalardı, şunca beyinsiz provokatörün peşine takılmazlardı. Sanat, edebiyat ortamından bakarsanız yine kimse tanımazdı.
O halde neden İskender Savaşır?
Çünkü o, Müslüman mahalleyi az buçuk da olsa tanır; orada kimlerin düşünce ürettiğini, kimlerin memleket meselelerini kendilerine dert edindiklerini az da olsa bilirdi. Ezgi de o nedenle seçmiş Savaşır’ı.
Bu ikilinin Gezi eşkıya kalkışmasından 25 gün sonra yayınlanan söyleşisinde, Ezgi şöyle başlıyor söze:
“Gezi direnişinin ruh halini yorumlamasını istedim. Savaşır ‘Geriye dönüp milim milim okunması gerekir’ dediği Gezi sürecinin gelecekte neye nasıl dönüşebileceğini, hangi alanları açabileceğini anlattı.”
Gördüğünüz gibi Savaşır, Ezgi’nin Gezi kutsamalarına doğru bir karşılıkla, adeta damardan girmiş.
O söyleşi internet ortamında hâlâ var; meraklıları oradan tümünü okuyabilirler. Ben ele aldığım konuya bağlı kalarak bir soruyu ve ona verilen cevabı aktarmakla yetineceğim.
Ezgi soruyor: “Gezi’de şahadet söylemi yoktu, ne vardı peki?”
Savaşır cevaplıyor: “İdeolojiye karşı hayat var. Gezi direnişi bir yaşam sevinci örgütlenmesidir. İnsanlar yaşamakta oldukları şeyi savunuyorlar çünkü. O yüzden de nerede duracaklarını çok iyi biliyorlar. Kimseye zarar vermek istemedikleri gibi kendileri de zarar görmemeye özen gösteriyorlar. Uğruna ölünecek değil, uğruna yaşamak istedikleri bir şey var. Kendilerine seçtikleri hayattan söz ediyorum. İşte o hayata çok karışıldığında, o hayat bir kalıba sokulmaya çalışıldığında Ahmet (İnsel)’in haysiyet kırılması dediği şey patlak verir. Bence kalkışmanın özlü sözü şu: Bana bunu yapamazsın. İşte bu yanıyla da dünyada tarihsel bir olay.”
Peki neydi Gezi’nin bilançosu:
600’den fazla polis, 4 bine yakın eylemci yaralandı.
58 kamu binası, 68 MOBESE kamerası, 337 iş yeri tahrip edildi.
90 belediye otobüsü, 214 özel araç, 240 polis aracı, 45 ambülans kullanılmaz hale geldi.
Biri CHP binası olmak üzere, 14 parti binası zarar gördü.
Gezinin neden olduğu toplam zarar 210 milyar lira olarak belirlendi.
Geriye doğru milim milim okunması gereken, dünyada tarihsel bir olay olan, Gezi direnişinin ruh haliyle üretilen tablo buydu ve birilerinin darbeye dönüştürmek istedikleri, o çapulcular kalkışması tam da bu nedenle entelektüel bir zemine asla oturtulama(z)dı.
Neticede söz konusu çabadan geriye, zamanın çok kısa bir sürede tezlerini boşa çıkardığı, büyük büyük laflarını yem niyetine civcivlere yedirdiği, üç beş entel ve dolayısıyla üç beş çürük kulp kaldı.