17/25 Aralık seçim ayarlı darbe kalkışmasının akabinde, FETÖ’nün, Batı’daki Türkiye düşmanı ihanet şebekeleriyle kurduğu ittifakın, ülkemiz hakkında yalan haber ve (özellikle Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsında) olumsuz kanaat üretimine nasıl hız verdiğini hepimiz biliyoruz.
15 Temmuz başarısız darbe girişimiyle birlikte, FETÖ’nün Batı medyasına akıttığı paralarla söz konusu sürecin nasıl hızlandırıldığı da yine herkesin malumudur.
Dokunulmazlıkları kaldırıldıktan sonra, ilgili mahkemelerce ifade vermeye çağrılan HDP milletvekillerinin, normal bir adli konudan kriz üretmek üzere direnç göstermelerini takiben, derdest edilmeleri suretiyle yapılan sorgulamaları neticesinde tutuklanmaları ise, zikrettiğimiz olumsuz sürecin kurumsal planda bizzat AB tarafından üstlenilmesini ve yürütülmesini beraberinde getirdi.
Bu zincirleme durum eşliğinde, şu an gelinen nokta ise, AB’nin FETÖ temizliğine, HDP=PKK ile mücadeleye güya AB ile uyum çalışmalarından hararetle karşı çıkması; bu karşı çıkışını da Türkiye’ye karşı bir dizi somut yaptırımlara dönüştürmek istemesidir.
Bunlarla ortaya çıkan fotoğraf da, AB’nin en net ifadeyle güçlü bir Türkiye’ye tahammülünün olmadığıdır.
Bu manada kendisine göre kırmızı çizgiler çizen AB’nin, onunla gerçekte Türkiye’nin huzurunu, istikrarını, kalkınmasını tehdit etme amacı taşıdığı gün gibi aşikardır.
AB ülkelerinin, oraya erişen Suriyeli mültecileri utanç duvarlarının içine hapsederek, henüz oraya erişmeyenlerini yıldırarak caydırmak kastıyla özel silahlı zorba timleri oluşturmaları, bunun yanı sıra Türkiye’den kaçan FETÖ ve PKK terör elemanlarına, vatan hainlerine, gazeteci kisvesi altında casusluk yapanlara kucak açmaları, onları saraylarında ağırlamaları söz konusu fotoğrafın en güçlü delilidir.
ABD ile ilişkilerde gelinen mevcut noktayı da içine alacak şekilde genelde Batı’nın, kurumsal planda AB’nin durumu böyle netleşirken, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Özbekistan dönüşünde, şu sözleriyle konuyu farklı bir boyuta taşıdı:
“Türkiye bir defa kendini rahat hissetmeli. Benim için varsa, yoksa Avrupa Birliği dememeli. Benim kanaatim bu. Yani, bazıları eleştiriyor olabilir, ama ben de kendi kanaatimi söylüyorum.
Mesela, ‘Şanghay 5’lisi içerisinde Türkiye niye olmasın?’ diyorum. Bunu Sayın Putin’e olsun, Nazarbayev’e olsun, şu anda Şanghay 5’lisinin içerisinde olanlara da söyledim. Başlangıçta 5 ülkenin kurduğu Şanghay İşbirliği Örgütü’ne daha sonra Özbekistan, Pakistan, Hindistan gibi ülkeler de dahil oldu. İran da girmek istiyor. Sayın Putin, ‘Bunu değerlendiriyoruz. (…) Temenni ederim ki orada olumlu bir gelişme olması halinde, yani Türkiye’nin Şanghay 5’lisi içerisinde yer alması, bu konuda çok daha rahat hareket etmesini sağlayacaktır diye düşünüyorum.”
Erdoğan, o konuşmasında “AB, bizi tam 53 yıldır oyalıyor. Böyle bir şey olabilir mi? İlklerdeniz, ama 53 yıldır oyalanıyoruz.” diyerek, adeta AB’ye karşı “yeter artık” itirazını da ve aynı zamanda AB dışında yeni ekonomik ve siyasi ittifaklara girme ihtimalini daha güçlü bir sesle dile getirdi.
Cumhurbaşkanı’nın o konuşmasında asıl kimi uyardığını, bizlere ne söylediğini, bizleri ve dolayısıyla Türkiye’nin hali hazırdaki müttefiklerini, kırık kağnı hızıyla yürüyen AB ile müzakere sürecini nelere, hangi değişmelere hazırladığını, İbrahim Karagül, Yeni Şafak’ta yer alan 23 Kasım 2016 tarihli yazısında, efradını cami ağyarını mani olarak anlattı.
Benim bunlardan hareketle ve bunlar nedeniyle asıl üzerinde durmak istediğim diğer bir husus ise, hemen herkesin bugünlerde kendisine ve yakın çevresindekilere sorduğu şu basit sorudur:
Batıya yürümekten vazgeçip, geriye mi çekiliyoruz?
Bu soruda konu, AB’ye girmekten daha genel bir plana aktarılmış olunuyor çünkü AB’ye girmek dediğimiz şey, asliyetinde milletimiz için, dünyanın mevcut şartlarına göre form değiştirmiş yeni bir fetihten ibarettir.
AB de bunun böyle olduğunu bal gibi bilmektedir ki, 53 yıldır Türkiye’yi bekletiyor olması, son tahlilde fetih düşüncesinden vaz geçme konusunda bizi terbiye etmekten ve terbiye ettiğinden de emin olmak istemesindendir.
Osmanlı’nın Batı’daki varlığı, Anadolu’daki varlığından hemen elli yıl sonradır; Üsküdar ve Kadıköy’ün bile, Şehzade Gazi Süleyman Paşa’nın Rumeli’de mekan tutuşundan ancak beş yıl sonra fethedilebildiğini düşünürsek, Batı’da yer almanın Osmanlı için değerini daha iyi anlamış oluruz.
Aynı cümleden olarak (kısa birkaç örnekle), Sultan I. Murat Hüdavendigar’ın, Kanuni Sultan Süleyman’ın orada vefat etmeleri, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’dan İspanya’ya uzanan “Hilal Harekatı”nı akim kılmak için Batılılarca zehirlenmesi, Viyana kuşatmaları… bizim milletimiz açısından Batı defterinin asla ve asla kapanmadığını gösterir.
Bu bağlamda, ideallerimiz bakidir ki, onları gerçekleştirmemiz konusunda asırlar, günler hükmündedir ve belli zaman dilimlerinde şartlar siyaseten ve geçici olarak geriye çekilmemizi zorunlu kılabilir.
Bizim geriye çekilmemiz ise, ancak koçların geriye çekilmesi gibidir: Koçlar, sadece daha iyi tos vurabilmek için geriye çekilirler.
O halde yukarıdaki sorunun cevabı bellidir.