Oturduğumuz sokağın, Çeşme-i Cedit Sokağı’yla kesiştiği köşede, isminden de anlaşılacağı gibi bir çeşme var. Kıvrılıp oracığa sokulmuş gibi, şöyle geride, eziyetsiz yatan Mevlevi şair Şem’î’nin kabrinin bitişiğinde.
Sokağı tamamlayıp da yokuşu bitirince, elli metre kadar ileride bir başka çeşme daha var. Yirmi metre sonra bir daha. Tamam, bitiriyorum, yirmi metre sonra da İbrahim Paşamızın çeşmesi.
Rahvan yürüyüşle üç dakika içinde hepsini ziyaret etme imkanım var.
Var da ne oluyor? Birinden bir tas su içmişliğim yok. Bir yaz öğlesi, birinin önünde serinlemişliğim, yalağına karpuz yatırmışlığım, bunun suyu şöyle, berikinin böyle diye bir kıyas yapmışlığım yok.
Arada bir, özellikle de daha gösterişli olan Çeşme-i Cedit’le İbrahim Paşa Çeşmesi’nin aynalarındaki yazıların üzerinden boyayla geçildiğini, sağlarının sollarının toparlandığını görüyorum. İçimden, ister misin suyunu da akıtsınlar diye bir fikir, bir heves geçiveriyor ama akıtmıyorlar.
Belediyemizin yayınladığı bir kitap var. Kitapta bu çeşmelerin tarihçeleri, kitabe yazıları, yazılardaki şiirler, banisi rahmetlinin ne kadar rahmetli olduğu filan anlatılıyor: Şu yüzyılda yapılmış, suyu Çamlıca’dan getirilmiş, kesme taşla şahane bina edilmiş gibi gönendiren, sevindiren malumat.
Ama bugün bu çeşmelerden bir yudum su içilmiyor. Gerçek bir su, akan, susuzluğu gideren, rahmet okutan bir su. Yok.
Suyu olmayan bir çeşmeyi de yok sayabilirsiniz. Ya da var ama yük gibi var, yok gibi var sayabilirsiniz. Şuradan biliyorum: Arada bir komşulardan birkaçına çeşmelerin birinden söz açıyorum, her gün önünden geçtiği o çeşmenin orada bulunduğunu çıkartamayanlar çıkıyor. Çünkü suyu akmayan bir çeşme görülmüyor.
Suyu olmayan bir çeşme, yanlışlıkla iniverecek bir kepçe darbesinin, fireni boşalmış bir kamyonun, açgözlü bir müteahhidin tehdidiyle karşı karşıyadır. Daha kötüsü, şunu da biliyorum: Bu çeşmelerden birini, bir gece ortadan kaldırsanız, inanın pek az dikkat çeker, dikkat çekse de çok az huzursuzluk verir.
Aslında bilirsiniz, çeşmeler kendilerine güzelleme yapmaya da çok müsait yapılar. Hele İstanbul çeşmeleri. Kitabelerinde talik yazıyla geçilmiş beyitler bulunur. Talik yazının, su gibi akan inceliği, kıvraklığı, aşağıda akan suyla atışır gibidir. Sonracıma, nişte yer alan, sepetler içindeki nar, üzüm, incir motifleri, etraflarında asma yaprakları. Suya bir güzelleme için yapılmış anıtlar. Pek hoşturlar.
Ama bu halleriyle çeşmelerimiz bana, bizim gelenekle irtibatımıza dair dokunaklı, tesirli bir şey söylüyorlar. Suyunu içemediğimiz; bir gerçeğimize çeviremediğimiz; sokağımızın, gündelik hayatımızın bir parçası haline getiremediğimiz ama yüceltmekten, haklarında pahalı kitaplar hazırlamaktan geri kalmadığımız; kutsadığımız; eprimiş yaldızlarını arada bir yenilediğimiz; ötesini berisini tamir ederek sonra yine unutulmaya terk ettiğimiz; bir boşalmış firen, bir müteahhit insafı, bir belediye başkanının fevri kararı gibi tehditlere açık bıraktığımız bir “değerimiz”.
Çeşmelerimize dikkat çekiyoruz. Çeşmelerimiz hakkında toplantılar düzenliyoruz: “Eyüp Çeşmelerinin Mahalle Örgütlenmesi Bakımından İşlevselliği: Sosyo-Antropolojik Bir Okuma” gibi makaleler yazıyoruz. Bahar gelince, restorasyon öğrencilerinin onların sağlarını sollarını toparlamalarını sağlıyoruz. Yapmayalım demiyorum, yapalım. Ama bu yaptıklarımız, “geleneğimiz”, “büyük Osmanlı geleneği” gibi iri laflarla temenna çaktığımız kaynakla bağımızı kurmamıza mı, yoksa bu bağın kopma noktasında can çekiştiğini gizlememize mi yarıyor, ona da bakalım.
Geleneğe değer vermek, suyu akmayan bir çeşmenin sağını solunu bezemekle, haklarında kitaplar çıkartmakla olacak bir şey değil. Belki bunlar, yapılması gereken asıl işin pek küçük bir parçası. Asıl iş o çeşmeleri yaratan zihniyet çıtasına erişmek; suyu öylesine bir lüleden akıtıvermek de varken, onu şiir, mimari, taş sanatkarlığı, hendese gibi birçok sanatın ve bilimin hizmet ettiği bir çeşme formunda, bilabedel akıtmayı yeniden bulmaktır. Yani kendi geleneğini kurmaktır, gelenek olmaktır.
Bu vasatta Osmanlı kültür ve medeniyeti güzellemesi yapmak, suyu akmayan bir çeşmenin belgeselini çekmekten farksız. Sanki o zihniyet dünyasından uzaklaştıkça, zihniyetin kalıntısı olan biçim ve suretlere daha da değer veriyoruz. Ya da şöyle diyelim: Elimizde o su kalmadığı için, suyun nostaljisine, suyun hatırası olan çeşmelere bel bağlıyoruz.
Esas olan, asli olan, temel olan sudur. Su zihniyettir, akıldır, hayattır. Suyu akıtabilsek, çeşmesi bir şekilde bulunur.