İsrail’in son beş yıldaki Gazze saldırılarını haberleri ve canlı yayınlarıyla dünyaya duyuran Mehmet Akif Ersoy, oradaki tanıklıklarını anlattığı “Tünel – Gazze’de Yaşamak” adlı kitabında (Kapı Yayınları, İst., 2017), som gerçekliği nedeniyle çok acıtıcı olan şu tespitleri yapıyor:
“Ben canlı yayın yaparken ailem defalarca bulunduğum bölgedeki hava saldırılarına tanıklık etti. Telefon görüşmelerimizde bombardıman seslerini duydu. Bir keresinde canlı yayındayken yakınımdaki bir bina vurulmuştu. Patlamanın etkisiyle önce ses gitmiş, ardından bağlantı kesilmişti. Telefon bağlantısında da sorun olunca o akşam ailemin çok endişelendiğini, çok ağladıklarını sonradan öğrendim. İslam coğrafyasındaki meseleleri yakından takip etmesine ve hassasiyet gütmesine rağmen annem bile, ’Oğlum, artık sen gel. Başkası gitsin.’ Demişti defalarca. Telefonu açıp savaş bölgesinden çıktığımı öğrenince derin bir nefes aldı. (…) Sosyal medya hesabıma girip bir veda tweeti attım. Anneme verdiğim yanıtı beni Gazze’deyken takip eden herkesle paylaşmak istedim: ‘Allah ümmet olma bilinciyle hareket etmediğimiz sürece bize yardım etmeyecek, anne.’ İçerlemiştim. ‘Ne garip değil mi?’ dedim. ‘Acı bize dokunmadan acıtmıyor aslında.’
Kudüs’e vardık. Ediz’in evinin önüne kadar taksiyle gittim. (…) Yorgundum. Üstüm başım perişandı. Pislik içindeydim. Bir haftadır banyo yapmamıştım. Temizlenmek istedim. (…) Kanepeye uzandım. Savaşın travmasını moloz yığınlarının arasından çıkıp patlama seslerinin duyulmadığı güvenli bir yere vardığımda hissetmeye başlamıştım. Her şey rutindi. Çok sakindi. Bu çatışmanın taraflarından biri olmasına rağmen savaş unsurlarının hiç uğramadığı bir yerdeydim. Kudüs!
Ertesi gün Ediz’le birlikte Tel Aviv’e geçtik. Sahilde güneşlenen insanlar… Batı Kudüs’teki gece hayatı, tıklım tıklım dolu restoranlar, kafeler… Hiçbir şey Gazze’ye giderken gördüklerimden farklı değildi. Doğu Kudüs’teki Filistinlilerin arasına katıldım. Saldırıdan nispeten etkilenmişlerdi fakat bu etki üzülmekten ibaretti. Bunun dışında yanı başlarında kendi soydaşlarına karşı hissiyatları bir hayli zayıftı. ‘Ateş düştüğü yeri yakar’ hikayesi Gazze’de vücut buluyordu. Gazze’ye düşen ateş Ramallah’ı, Batı Şeria’yı, El-Halil’i yakmıyordu. Gazze’deki ateş bırakın Bağdat’ı, Şam’ı, Tahran’ı, Cidde’yi, Amman’ı, Riyad’ı, Sana’yı, Dubai’yi, Trablus’u, Doha’yı, Ankara’yı, İstanbul’u; aynı topraklardaki insanlara bile o denli tesir etmiyordu.”
Evet, acı sanki alevi olmayan bir ateştir ki o da sadece düştüğü yeri yakar.
Ersoy’un “ümmet olma bilinci” dediği şeyin hakikatine “sem’an ve a’taen” (işiterek ve itaat ederek) tabi (teslim) olanların nezdinde, düştüğü yeri yakma mahiyeti değişmemekle birlikte, hissiyatı çoğalır acının. Ümmet kavramı manasını yitirip, kuru bir lafza dönüştüğünde ise maalesef içeriksiz bir tekerleme haline geliverir, “ümmet olma bilinci”.
Çok gerilere gitmeye gerek yok. Yedi yıl önce Gazze’ye yönelen Mavi Marmara’dan geriye ne kaldı? Şehit ailelerinin hiç dinmeyecek olan acılarından başka ‘yaşayan’ ne var? Düşmesiyle değil düşürülmesiyle hukuk tarihine geçen Mavi Marmara Davası’ndan kim neyi hatırlıyor?
Hayır, hayır, bu sorularla iç siyasete mahsus bir eleştiriye kapı aralıyor değilim; partili kardeşlerim rahat olsunlar. İsrail ile tekrar anlaşmanın zorunluluğunu herkes kadar ben de biliyorum.
Eğer anlaşma olmasaydı, sınırlarımızın güvenliğini sağlayabilmemiz için Fırat Kalkanı Harekatı’na kalkışmamız ‘bile’ mümkün olmayabilirdi. Kahrolası, yer ile yeksan olası o uluslararası dengeler… Hepimiz farkındayız oynanan çok uluslu satrancın, devlet olarak, millet olarak gücümüzün ve güçsüzlüğümüzün…
İşitmek ve itaat etmenin sahiciliğine, samimiyetine vurgu yapmıştım yukarıda. Gazze bahsinde asıl izini sürmek istediğim husus bu.
Gazze’yi, İHH başta olmak üzere yardım kuruluşlarımızın sayesinde biliyoruz. Hatta onlar sayesinde, katkıda bulunarak ya da bulunmayarak kendimizce bir sosyal tatmine, huzura aday oluyoruz.
Ama iş doğru işitmenin ve dolayısıyla iyiyi duymuş olmakla hakkınca itaat etmenin kesintisizliğine gelince değişiyor. Gazze’nin geçmişteki ve haldeki bilgisi her kuşakla birlikte erimeye yüz tuttuğundan, koskoca bir toplumun, tarihin en köklü milletlerinden biri olan Filistinlilerin acısı da salt onlara münhasır hale geliyor.
“Kudüs var oldukça Filistin sorunu unutturulamaz” gibi bir sava ben nicedir kapalıyım. Evet, Kudüs gerçekte Filistin’in kalbidir. Ama Ersoy’un vurguladığı gibi Gazze’ye göre Kudüs (içten içe işleyen zulüm çarkına rağmen) sakindir. Dolayısıyla Kudüs’e beş yıldızlı otellerin rahatlığı içinde turistik bir seyahatte bulunmak gerçekte Kudüs’ü görmek olmadığı gibi, asla ve asla Filistin’i görmek de değildir.
Öte yandan Kudüs’ün fetihlerle, işgallerle, yağmalarla şekillenmiş kronolojik tarihini doğru okuyabilmenin şartı da Gazze tarihinin doğru okunmasına bağlıdır. Çünkü hem Kudüs Gazze’nin hem de Gazze Kudüs’ün kapısıdır. Diğer bir söyleyişle, Kudüs’e Mısır yönünden gelecek olanlar Gazze’yi, Mezopotamya yönünden Gazze’ye gelecek olanlar da Kudüs’ü geçmek zorundadırlar. Bu manada her ikisine birden hükmetmeyenin hükmü ise baştan geçersizdir.
Yabancı bir Gazze tarihçisinin kelimeleriyle, İngiltere’nin ve ABD’nin vekâletinde İsrail’in “(B)içimlendirdiği Gazze şeridinde üç nesil büyüdü: Matem nesli ezilme neslinin yolunu, o da intifada neslininkini açtı. Bir buçuk milyon kadın ve erkek bugün Gazze’de çok yönlü ve sürüp giden bir çıkmazın bedelini ödüyor.”
“Bu bedelden bizlerin payına düşen nedir” diye soranların, “Gazze ne yana düşer” diye de sormaları gerekir.
Ancak, “Gazze kalbimden yana düşer” diyebildiğimiz gün Kudüs’ün de gerçek kıymeti anlaşılabilecektir: Kudüs, Mekke ile Medine’nin ve İstanbul’un kapısıdır!
Bu bilgiye ve bilince erişmedikçe, dildeki parlak sözlerin, kâğıttaki renkli kelimelerin havanda dövülen sudan bir farkı olmayacaktır.