Yaşlı fotoğrafları… Bir süredir karşı koyulmaz biçimde dede-nine fotoğraflarına kaptırmış durumdayım. Nerede karşıma çıksalar, hipnotize olmuş halde, bakakalıyorum.
Dede fotoğrafları güzel, nine fotoğrafları daha da güzel. İkisi bir aradaysa bambaşka güzel.
Birinde, bir cami önünde, yan yana oturup ezan vaktini bekleyen yaşlılar var mesela. Aksi görünüyorlar ama değiller. Kalın gözlük camları, ifadesiz bakan gözlerini daha da derine gömmüş gibi.
Bir diğerinde, eğreti bir sobanın yanına diz çökmüş bir yaşlı çift. Önlerinde, mevsimine göre bir tabak nar, belki bir çaydanlık ya da yumuk bir emektar tekir. Aralarında manidar bir mesafe hep kalıyor. Birbirlerine sevecen gözlerle bakma çabası yok, “altmış senelik ölümsüz aşk” konsepti yaratma gayreti de. Öylece, masum, el değmemiş, fotojenik olamadan duruyorlar.
Bu resimlerde, dikkatimi iki şey çekiyor: Gözler ve eller. Gözler, nedense çok acemiler. Bakışlarında, fotoğraf makinesiyle yeni tanışmışlar gibi bir tutukluk, bir merak ama daha ilginci bir çocuksuluk. Karşılarındaki o tek gözlü tekinsiz makinenin, kendilerini nasıl dondurup sergileyeceğine dair bir endişe göz bebeklerini biraz büyütmüş oluyor. İnsan gözüne karşı derin bir ilgiyi, içten bir ihtiramı zinhar esirgemeyecek bu gözler, karşılarında bir insan sıcaklığıyla bakmaktan mahrum objektife karşı birden tedirginleşiyorlar. Kendilerini resimlerde, ekranlarda izlememiş insanların gözleri bunlar.
Annemin rahmetli dayısı Mehmet Dayımızın bendeki resimleri böyledir mesela. Evinde, bir tanesi mabeynin sırrı dökülmüş aynasının çerçevesine ilişik, biri buzdolabının kapağına yapışık, işte biri de ev telefonunun altına sokulmuş olmak üzere, birkaç fotoğrafı olan bu adam, kendisini bir iki kareden daha çoğunda görmüş değildi. Bu sebeple, bizim teklifsizce onu çekiverdiğimiz sayılı anlarda tedirgin oluyor, bir makinenin bilinmeyen bir karanlık hafızasına suretini teslim ederken içindeki bir ıstıraba temas ediyordu.
Yaşlıların resimlerindeki gözler, poz vermeyi bilmeyen insan gözleridir. Gözlerine bir ışıltı eklemek, yüzlerine bir tebessüm iliştirmek konusunda bir yetenek geliştirmedikleri için, objektife dimdik, bir tehdide bakar gibi, bir yabancıyı dinler gibi, hatta bir kedi, bir köpek gözüyle bakıyor gibidirler.
Bizler poz verirken, kendimizi yüzlerce kez görmüş, gözetlemiş, tetkik etmiş, puanlamış olmanın tecrübesiyle davranırız. Yüzümüzdeki ifade, makineye girmeden önce zihnimizde çoktan oluşur. Poz vermenin ustası olmuşuzdur. Fotoğraflarımız bu yüzden bizi pek az şaşırtır. Kendimizi gördüğümüz bir fotoğrafı hızla eskitir, bir başkasına derhal geçebiliriz. Daha da ilginci, herkesin kendisine özgü kıldığı, kendisine yakıştırdığı bir pozu zaman içinde oluşur ve her fotoğrafta o aşina bizi arar gözlerimiz. Bunun bir ileri aşaması, verilen pozun fotoğraf tecrübesiyle sınırlı kalmaması, gündelik hayatın içine taşması ve bizi gündelik ilişkilerimiz içinde zaman zaman yakalamasıdır. Bir de bakmışız, mesela bir iş görüşmesinde, o sevdiğimiz pozu takınma, o tercih ettiğimiz çene hareketi eşliğinde fotojenik görünme isteğiyle doluvermişiz.
Bir de eller demiştim. Onlar da, çoğu kez dizlerin üzerinde bir çift güvercin gibi uzanırlar. Medrese mektep görmüş hoca efendilerin resimlerinden tüten edep, bu el jestiyle taçlanır. Namaz oturuşuyla otururlar onlar. Görülme onlarda bir tedirginlik yaratıyor gibidir. Bu sıradan görülme, sanki apansız Allah tarafından, Yazıcı Melekler tarafından görülüyor olmayı hatırlatmıştır da, kendilerini huzurda var saymak zorunda kalmışlar gibi davranırlar. Görülme onlarda, gaybın kapılarını çalan bir durum gibidir: Görülüyorsan, bir gören var demektir. Buysa onlarda derli toplu olma zorunluluğu doğurur.
Geçtiğimiz günlerde, bundan altmış sene önce Anadolu’nun bir ücrasında, bir Fransız’ın çektiği zikir kayıtlarına denk geldim. Derme çatma bir dergahta, bir Rifai meclisinin orta yerinde, şişlerle, cezbelerle, raksla yürüyen heyheyli bir cümbüş. Orada olup bitenler son derece düzensiz, ölçüsüzce kaotik ve tedirgin edici geliyordu. Ama birden, o insanların kendilerini değil zikir yaparken, hemen hiçbir durumda izlemediklerini, sadece kendilerini değil kaydedilmiş bir zikir videosunu da izlemediklerini hatırladım. Bu insanlar, zikir esnasında nasıl göründüklerini zihinlerinde canlandıramayacak durumdaydılar. Bu da onları, kendilerini denetleme ihtiyacı duymadan zikre katılmaya, orada bir üçüncü göz tarafından izlenmeden kendileri olmaya sevk ediyordu. Onlar o anda orada olabiliyorlardı.
Bu yüzden, verdiğimiz pozlar bizi görünür kılmaya değil, bazı ödünç poz kalıplarına mahkum ederek görünmez kılmaya yarıyor, diye düşünmeden edemiyorum. Veya şöyle: Poz verirken sen, sen değilsin.