Fırat apartmanı

Yıl 1989. Vefa Lisesi’nde 10 Fen B sınıfının öğrencisiyim. Atikali’den minibüslere binip büyük bir olasılıkla Cengiz Kurtoğlu dinleyerek okula vardığım zamanlardı. Fenerbahçelilik, Beşiktaşlılık, Galatasaraylılık üzerinden ilerleyen bir kendini gösterme merakı var sınıfın çoğunluğunda. Kimi kızların erkeklerle, kimi erkeklerin kızlarla temas kurmak için hemen her vesileyi kullanışına tanık oluyoruz zaman zaman. Defterlerine sarı ve kıvırcık saçlı yabancı şarkıcıların ya da Metin – Ali- Feyyaz’ın, Gökhan’ın, Semih’in resimlerini yapıştıran ev hanımı adayları da var aramızda. Derslere olan ilgisi üst düzeyde olan ve bunu aldıkları notlarla gösteren sonrasında adlarını çok iyi üniversitelerde göreceğimiz arkadaşlarımızı da unutmayalım. Fukara semtlerden okula gelmiş ve okulu bitirebilmekten başka bir amacı olmayan arkadaşlarımızın kendi hallerindeki çabası unutulur gibi değil. Ve tek tük Müslüman yüzleri var sınıfın. Kandil günlerinde o zamana ve o okula göre büyük bir cesaretle helva dağıtan Murat var mesela. Gürsel var bir de, daha sonrasında felsefe okuyacak olan. Selahattin galiba Işıkçı. Kızlardan bir ikisi mutaassıp ailelerin çocukları belli. İyi kötü okuyoruz işte.

Bir abiler lafı dolaşıyor sınıfta. Özellikle okulun çıkış saati geldiğinde, o büyük gürültünün bir ucunda sessiz sedasız bir araya gelip fısıltı düzeyinde sessizlikle konuşup okuldan ayrılan arkadaşlarımız var. İkili, üçlü gruplar halinde okulun çıkış kapısından sola dönüp bir yere gidiyorlar. Temiz çocuklar, bir lise talebesine nazaran pantolon ütülerinin muntazamlığı dikkat çekiyor, ağızlarından kimse kötü söz duymuş değil, kendileri dışında pek kimsenin anlamadığı ama kendi içlerinde pek muteber sınıf ortalamasının dışında bir espri anlayışları var, kızlarla hiç ilgilenmiyorlar, ders başarıları vasatın üstünde, haşarılık yaramazlık filan yanlarından geçmez, başkaları ile kurdukları ilişkinin sessiz oluşu hayli dikkat çekici.

Her nasıl olduysa bu arkadaşların gittiği Fırat Apartmanı’na gidiyorum bende. Bir de ne göreyim, sınıftan bir sürü arkadaş var orada. Şaşırtıcı. Çünkü sınıftaki gibi değiller orada. Ortama ayak uydurmuşlar. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencilerinden müteşekkil bu evde pek bir uslu pek bir edepli olmuş bizimkiler. E olsun, ne var bunda? Olsun tabi.

Gel zaman git zaman bir arkadaşlık ortamı oluşuyor burada. Evin arka tarafındaki beton zeminde top oynanıyor, top oynanamayan zamanlarda çoraplar içiçe geçirilerek evde çorap yumağının peşine düşülüyor filan. Ev oldukça düzgün ama. Çekyatlar ve halıfleksler var. Mutfak eşyası tam. Ev temiz. Çok kişi girip çıkıyor eve. Evin abisi Ekrem abi. O ilgileniyor bizimle.

Arkadaşlarıma bakıyorum, durum şu, hadi iyiniyetli davranalım ve ailelerini dışarıda tutalım, ilk kez kendilerini adam yerine koyan birileri var. Okulda din kültürü derslerinde bile sözü edilmeyen abdest ve namaz diye bir şey var bu evlerde. Yemek de pişiyor. Okul derslerine yardımcı da oluyorlar abiler. Temel kural şu; oraya giden orada bulunduğu sürece kendisini iyi hissetmeli.

Böyle bir iki ay kadar sürüyor gidiş gelişlerim. Bazı günler eve geç gitmeye başlıyorum artık, en az 3-4 saat. Evdekiler niye kızsın ki hem, bilardodan iyidir orası, namaz da kılıyoruz zaten hep birlikte, daha ne olsun. Ortada henüz sohbet filan yok ama, Fethullah Hoca yok, dergi aboneliği yok, telkinler yok.

Bu zaman zarfında dikkatimi bir şey çekiyor, evde hiç kitap yok. İlginç değil mi bu? Bir öğrenci evi ama kitap yok. Kitabın içine doğmuş bir çocuk olarak şaşırıyorum buna. Kütüphane bile var ama kitap yok. Babamın yayınevine gelen üniversite öğrencilerine benzemiyor bunlar. Oysa babam öğrencilerin parka ceplerine sığsın diye dar enli bastırırdı kitapları. İyi de bu öğrenciler niye kitapsızdı? Soramadım tabi. Aşırı nezaketli ve aşırı saygın ortamı tatsız tuzsuz sorularla bozmak için yeterince cesaretli hissetmedim demek ki kendimi.

Pek bi sevdiler beni, kod adı verdiler bana; Cevher. Cevher aşağıya Cevher yukarıya. Cevher maça geliyor musun? Cevher dün ektin bizi, hayırdır? Cevher namazını kıldın mı? falan filan işte. İtibar yüklemesi o biçim yani.

Ama ben kafaya takmışım işte, bu evde niye kitap yok arkadaş. Elimde daima bir kitap olan benden başka elinde kitap olan kimse yok. Bizim Fikir Yayınları, İsmail Amca’nın İhya Yayınları, Cağaloğlu’nda Birleşik Dağıtım, YenDa Dağıtım, Beyaz Saray Kitapçılar Çarşısı’ndan Nizam Ahmet, Gonca’dan Hasan Abi, Ravza Yayınları’ndan ismini bilmediğim o güzel sakallı abi, Pınar Yayınları’ndan Metin abi ne güne duruyor? Hepsinden bir solukta öğrenci evine kitap lazım diye toplarsın kitapları, şöyle kallavi iki büyükçe koli. Zorlana zorlana, ter döke döke, sabırla, itinayla taşırsın Fırat Apartmanı’na kitapları. Sanırsın ki; “O Cevher ne iyi ettin de getirdin bu kitapları, afferin sana, vallahi bravo!” diyecekler. Ama nafile. Bunlar da ne der gibi bakışlar. İslam coğrafyasının münevver isimlerine yapılan o dudak bükme hareketleri, kendi içlerinde o hafiften alaycı ve küçümseyici gülüşmeler eşliğinde “tamam Cevher” şuraya koyalım bunları cümlesi. Bir gün geçer, iki gün geçer o köşedeki koli yok olur, nerede diye sorarsın çekyatın içinde derler, abi hadi şunları koyalım rafa dersin şimdi değil sonra Cevher derler, ve bir de bakarsın ki kitaplar o evden uçmuş gitmiş. “Sen anlamazsın, sonra anlarsın” cümlesi büyük bir hayal kırıklığı eşliğinde düşer zihnime, o anı unutmam işte, unutamam.

Sonrasındaki bir kaç gün içinde ayağım kesilir o evden. Ne onlar sorar beni ne de ben onları merak ederim.

Başka bir şey vardı o evde.

Okul çıkışında Şehzadebaşı Camii’ne, Mimar Mehmet Ağa Camii’ne ya da Nevşehirli Damat İbrahim Paşa Camii’ne hep birlikte sığındığımız arkadaşlarımla aldığım abdestin ve kıldığım namazın tadı hala damağımdadır. Belki rahat koltuklar, boydan boya halı döşeli sıcak evlerde değildi, yediğimiz yarım kır pidesi ya da bir dilim şekerli Kürt böreğiydi belki ama o günlerde tartıştığımız, konuştuğumuz mevzuların boyu bugünkü boyumuzu bile aşardı da bana mısın bile demezdik. Ne çok kitabımız vardı. Bütün cümlelerimiz bize aitti bir de. Aklımızı hiçbir vestiyerin girişine asmadık biz. En çok da buna seviniyoruz bugün bir araya geldiğimizde.

Ha bir de, şimdi nerededir bilmiyorum ama Ekrem Abi’ye bir not:

Abi bir gün bir vaaz kaseti dinleyeceğimizi söylemiştin bize. Vaazın nasıl dinleneceğine dair usulleri sıralarken, ‘Fethullah Hocaefendi şu anda bizi görüyor ve duyuyor ona göre edepli dinlememiz lazım kaseti” demiştin ya hani. Hani ben de biraz ukalaca bunun mümkün olamayacağını filan söylemiştim sana. Meğer sen doğruyu söylemişsin be abi, Fethullah Hoca gerçekten de bizi dinliyor ve dikizliyormuş da biz gafiller anlayamamışız bu cümleni abi. Büyük adammışsın. Sahi neredesin sen şimdi?