FETÖ’ye düşmanlık İslamcıların hakkıdır

Tozu dumanıyla karartarak, arkasına bile bakmadan yurt dışına kaçan Ekrem Dumanlı, 20 Haziran 2015 tarihli yazısında, doğrudan Yeni Şafak’ı hedef alan şu sözleri söylemişti:

“İslamcı medya iktidarın güç zehirlenmesi karşısında yerle bir oldu. (…) Muhalif olmanın mumdan kanatları da eriyince devletin yakıcı gücünü daha da derinden hissettiler. Ve statükonun bekçisi haline gelip eridiler. Açıkçası yararlandıkları iktidar nimetinin çarkları arasında canhıraş bir dönüşüm yaşadılar. ‘Türkiye’nin birikimi’ gibi afilli lafları sadece değişik alanlarda temayüz etmiş köşe yazarlığı sananlar, zamanla o köşeleri de edilgen hale getirdi. Haberciliği de, yorumculuğu da statükonun emrine âmâde kılıp güdümlü yaşamayı, gücün emrine girip herkese karşı gaddar bir üslup takınmayı tercih ettiler…”

Yeni Şafak’ın FETÖ’ye karşı verdiği mücadelede ne kadar haklı olduğunu, artık konuşmaya gerek yok.

Aynı belge üzerinden, FETÖ’nün canını en çok yakanın, onları çelişkiye, gerilime mahkum edenin de Yeni Şafak olduğunu ayrıca belirtmeye gerek yok.

Dumanlı’nın sözlerini yeniden hatırlatmamın nedeni, bitip tükenmeyen algı operasyonlarının sürdürebilirliğini göstererek, o algı oluşturma telaşı, saplantısı içinde (şükürler olsun ki) düştükleri en büyük hatanın altını tekrar çizmek içindir.

Şöyle ki:

Kemalizmin, Laikliği dinsizlik olarak anlaması ve bu yolla Müslümanları yönetimden tasfiye ederek, Din’i toplumsal hayatın dışına atmaya çalışması, Müslüman münevverlerin (ki, bunları, şimdi İslamcılar olarak adlandırıyoruz), sistemle aralarında 1923’ten 1950’ye kadar gittikçe derinleşen bir mesafe koymalarına neden olmuştur.

Sisteme yönelik olan bu mesafe, o sistemin koruyucusu ve sürdürücü olması bakımından devleti de kastı içine alan bir mecazla ifade edilmiş, diğer bir söyleyişe sisteme muhalefet etmek devlete muhalefet etmekten (ayrı iken) ayrı görülmemiştir.

Oysa ki, bu konudaki hakikat, Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın, 17 Aralık 1918 tarihli Tasvîr-i Efkâr’da (daha Kemalizm yokken) dile getirdiği şekliyle şöyledir:

“Müslüman, hem menfaat-i dünyeviye ve hem menfaat-i uhreviyesinin devlet ve hükümeti ile kaim bulunduğunu, devletini zayi’ ederse azab-ı uhreviye kesb-i istihkak etmiş olacağını bildiğinden, devleti uğruna fedâdayı can etmeyi en büyük fazilet ve sevap addeder. Yapamazsa devletinin vaziyet-i diniyesi derecesinde vicdanen mu’azzeb olur.

Hükumetinden ayrılan İslam bir hükümet daha yapmaya, yapamazsa aramaya gider.” (Meşrutiyetten Cumhuriyete Makaleler, Klasik Yayınları, İstanbul 2011)

Başta Dumanlı olmak üzere, FETÖ’nün kalemli elemanlarının, dershanelerde belli kitapları okuyarak öğrendikleri İslami bilgilerle, Yazır’ın söylediklerini duymaları ve anlamaları elbette mümkün değildir ve bu bahiste ilginç olan diğer bir husus, mezkur hakikati duyma ve anlama konusunda, İslamcılıktan gelme FETÖ elemanlarının da (örneğin Ali Bulaç gibi) onları hiç uyarmamış olmalarıdır.

Dolayısıyla FETÖ’nün kalemli elemanları, İslamcıların FETÖ’yle ilgili eleştirilerinin millet merkezli olduğunu asla anlayamamışlardır.

Bu eleştiri, millet merkezli olarak (kelimenin, aynı dine inanan topluluk manasını da taşıdığını hatırlatalım) milletin devlet sahibi olması ve yine milletin dini inancının ehl-i sünnet çizgisinde korunması kaygısından beslenen bir eleştiriydi.

Kafir, münafık, dehri, zındık, mülhid, mürted… kavramlarının İslam hukukundaki (fıkıh’taki) yerinden, tarihsel ve kültürel işleyişinden baktığımızda, dört Sünni mezhep imamının bu konudaki içtihatlarının, “yalnız inanç ve toplumu değil, dönemin siyasal otoritesini de hesaba katan… sıcağı sıcağına verilmiş” hükümler olduğunu görürüz. (Geniş bilgi için bkz. Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler – 15.17 Yüzyıllar, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2013)

İslamcıların, FETÖ başı ve elemanlarıyla ilgili eleştirilerin ilk çıkış noktası da burasıdır. Çünkü onların görüş, tutum ve davranışları, millet nezdinden (mevcut huzuru, istikrarı ve istikbali açılarından) nifak ile ilişkilendirilmiş ve bu kelimeden türeyen münafıklık onların durumunu ifade eden en net kavram olarak öne çıkmıştır.

Elbette bu çıkışta, din ve milletin korunması kadar, mevcut siyasi otoritenin de kendiliğinden korunması söz konusudur. Çünkü devletin olmadığı yerde milletten, milletin olmadığı yerde dinden bahsetmek zordur.

İkinci hususa gelince:

İbn Kayyım el-Cevziye, Allah’ın insanları üçe ayırdığını belirterek, bunu şöyle sunmuştur:

“a-Nimet verilenler. Bunlar doğru yoldakilerdir. Hakkı tanırlar ve hakka uyarlar, b-Allah’ın gazabına uğrayanlar. Bunlar hakkı bilirler ama haktan yüz çevirirler, hakkı terk ederler, c-Sapıklar ise hakkı bilmezler ve hakkı yanlış anlayıp hataya düşerler.” (Medaric’üs-Salikin, İnsan Yayınları, İstanbul 2011)

İslamcılar, FETÖ henüz somutlaşmadan önce, cemaat ya da hizmet vurgusuyla yaptıkları eleştirilerde ikinci ayrımı gözetirlerken, Fetullah Gülen’in şahsında siyasi liderlik, mehdiyet, kainat imamlığı, bediü’s-semavat, haşhaşilik vb. düşüncelerin de gün yüzüne çıkmasıyla, eleştirilerinde üçüncü ayrımı esas almaya başlamışlardır.

Yukarıda Dumanlı üzerinden verdiğim örnekteki gibi, FETÖ’nün kalemli elemanları feraset sahibi İslamcıları asıl bu nedenle ve en adi yöntemlerle karalayarak mahkum etmeye çalıştılar. Çünkü bu yanıyla İslamcıların susturulması ve mümkün olursa tasfiyesi onlara göre şu bakımdan da bir zorunluluk arz ediyordu:

İslamcılar milleti, dini ve devleti toptan kuşatabilecek büyük bir tehlikenin ayak seslerini duyabildikleri için, ona mahsus tedbir içeren uyarılarıyla, tedbir almak makamındaki Recep Tayyip Erdoğan’ın elini güçlendirmekle kalmıyor, karşı hareket noktasında da onun taraftar kazanmasına vesile oluyorlardı.

15 Temmuz başarısız darbe girişimiyle anlaşıldı ki, asıl mesele söz konusu toptan kuşatmanın ötesinde doğrudan bir istiklal ve istikbal sorunuydu. Gerçi Erdoğan, 17/25 Aralık darbe girişiminden hemen sonra buna işaret etmişti ama birilerinin bunu anlaması için ayrıca bir belanın ortaya çıkması gerekmişti sanki.

Bunlardan baktığımızda, FETÖ başına ve elemanlarına düşmanlığın İslamcılara hak olduğunu, artık mutmain olarak söyleyebiliyoruz.

FETÖ’ye karşı eleştirilerin yoğunlaştığı zamanda, kimlerin aşırı sertlikle itham edildiklerini ve kimlerin FETÖ belasından kendilerini emin kılmak için onlarla yollarını ayırdıklarını biliyoruz.

Şimdi o (idare-i maslahatçı, sözüm ona merhametli, objektif düşündüğünü sanan, korkak, sinik, sünepe, içten pazarlıklı) kişilerin İslamcılardan özür dilemeleri gerekiyor.

Bunun nasıl yapılacağını ise onlar herkesten çok daha iyi bilir.