Evin sesi kısıldı

Belirli bazı sokakları, her gün belirli bazı saatlerde kat ediyoruz: İşe giderken ya da çarşıdan dönerken, markete giderken veya camiden dönerken. Hava iyiyse, pencereler açılmış, perdeler havalanmış oluyor. Evlerden dışarıya kokular ve sesler uğruyor.

Kokuların değişmediğini söyleyebiliriz. Balık kokusunu mesela ayırt etmek kolay. Baharatlı yemekler bazı evlerin gözdesi, bunu da anlayabiliyoruz. Kokular kokulara karışırken, içeride sürüp giden hayata dair hızlı bir gözlem, şıpınişi bir tespit o an mümkün gibi görünüyor. Evin içinde süren hayatın o ele gelmezliği, adeta bazı kokulara tutunmuş ve ele gelmiş, yani tanıma gelmiş gibi oluyor. Şöyle mırıldanabiliyoruz söz gelimi: “Bu sıcak havada balık yemek ha, pes!” ya da bir kahve kokusunun çağırdığı filozof sözü: “Gece uyuyamayanların önünden çekilin!”

Evlerden yükselen kokular, hemen her zaman çeşitliliğini koruyor. Çocukken bazı komşu evlerinin niçin bizim evden farklı koktuğunu anlayamazdım. O evin duvarlarından, ne bileyim mobilyalarından ya da o ailenin soy isimlerinden kaynaklanan bir farklılık olabileceğini var sayardım. Oysa, bu evlerden birine çemen kokusu sinmişti. Biriyse taze pişmiş süt kokardı. Evlere bazı gıdaların kokuları mühürlerini vurmuşlardı. Bu çeşitliliğin ebeveynin damak alışkanlıklarıyla, memleketleriyle ya da maddi durumlarıyla alakası vardı. Öyle ya, fakirin evi, zenginin evinden bir miktar farklı kokmalıydı nitekim.

Bu farklılık, bende tedirginliğe değil, belki aksine meraka ve sempatiye yol açardı. Evlerin sadece içlerinde süregiden düzenleriyle ve anneleriyle değil, aynı zamanda kokularıyla da ayrışıyor olması çok mantıklıydı.

Bugün keskin kokuların giderek hayatımızdan çıkmakta olduğunu söyleyebiliriz. Bu durum, soğan, sarımsak gibi aromatik sebzelerin bizzat kendilerinin o eski keskin koku ve o nispette keskin tatlarını yitirmiş olmalarından kaynaklandığı gibi, damak tatlarımızın da belli bir yalınlaşma, yerel dikkatlerini yitirme, giderek evrenselleşme eğiliminde olmasından kaynaklanıyor da olabilir.

Ama yine de evlerimizin kokuları az-çok, şöyle ya da böyle birbirinden farklı olmayı sürdürüyor.

Ya sesler?

Sabah saat on civarında, mahalle içlerindeki sokaklara dalınca, açık pencerelerden yükselen koku çeşitliliğine karşın, pencerelerden dökülen seslerin ne olduğunu soralım. O ya da bu sokakta, o varlıklı evin penceresinden ya da şu garibanın yarı bodrumundan gelen ses, içeride süren hayatın yoksulluğundan ya da varsıllığından, ailenin yöresinden ya da etnik kökeninden ipuçları taşıyor mu? Yoksa içeride yaşanan ne olursa olsun, bütün bu yaşantının sesini kısan bir ses, tek bir ses mi duyuluyor?

Kestirmeden söylemek gerekirse, o saatlerde, ekrandaki sabah programları arasından herhangi birinin sesinden başka ses duyulmuyor. Zengini, fakiri, genci, yaşlısı, Malatyalısı İzmirlisi, aynı cevval, aynı hoş, aynı delişmen, aynı sempatik sunucunun, kısılmayan sesini, bitmeyen konusunu dinliyor. Bütün evler aynı kayıplar, aynı aldatmalar, aynı ihanetler için vahvahlanıyor. Her ev sakini, kendi sokağından ve apartmanından çok uzaktaki bir sokakta ve apartmanda yaşanan, kendisini hiç borçlandırmayan, belleğinin, elini lavaboda yıkar gibi yıkayıp kurtulabileceği bir yüzeyine tutunmuş bazı “ilginç” olayları izleyip duruyor. Akşamları da, bu kez evdekilerin heveslerine ve ilgilerine göre, bazı tartışan kafalar, ya da uzun-bakışmalı dizilerin melankolik sesleri egemen oluyor. Evlerimiz, kendi seslerini yitirmiş durumda.

Ha şimdi ilginç bir şeyle de karşı karşıyayız. Evlerimizdeki kokuların az çok nesilden nesile aktarıldığını gözlemliyoruz dedik, demeye getirdik. Ev içlerinin tek sesliliğe mahkum oluşuna karşın, hala ev kokularında bir çeşitlilikten bahsetmemiz mümkün yani. Damak ve midelerimiz hakkında ne kadar muhafazakarsak, kulak ve dimağlarımız hususunda o kadar liberaliz anlamına mı geliyor bu?