Eve dönüş yasası

shutterstock_343249862Sibel Eraslan Hz. Hatice annemizi anlattığı “Çöl Deniz” isimli kitabı dolayısıyla verdiği bir röportajda “Hz. Hatice, aşkıyla çölü deniz kılmış bir kadındır” ifadesini kullanmıştı. Aşkı bugünün anlam dünyasından bağımsızlaştırarak konuşmanın güçlüğünün farkındayım. Aşkı bir makam, edebi de bir usul olarak görerek konuşmak boynumuzun borcudur. Öyleyse bu büyük hikâyeye dair Sibel ablamızın kurduğu bu cümleyle yetinelim şimdilik.

Okumanın öğretildiği Hira’da yaşananlar bizim bilemeyeceğimiz düzeyde sıra dışı hadiselerdir ve bir başka düzleme ait hususlardır şüphesiz. Bu tablo büyük bir heyecanı, korkuyu da beraberinde getirir. Rasûl-i Ekrem bu korku ve heyecanı yedeğine alarak iner Hira’dan ve evine gelir. Ev; Hatice’dir, Rûm Suresi’ndeki ifadeden istifade ederek söyleyelim; teskin olacağı, sükûn bulacağı yerin adıdır.

Hz. Peygamber yeni bir hal üzeredir artık. Kur’an-ı Kerim’de kullanılan “örtüsüne bürünen” ifadesi bu hali anlatmak için yeter de artar bile. Efendimiz, Hz. Hatice’den üzerini örtmesini ister. Ve bir süre sonra kalkarak başından geçenleri anlatır. Annemizin bu olağanüstü yaşanmışlıklar üzerine yaptığı şey teselli etmek, çok yakinen bildiği tanıdığı sevgilisinin sükûn bulmasını sağlamaktır.

O mübarek insanın, yürümekte olduğu bir yol üzerindeyken vardığı Hira sonrasında evine döndüğünde, olan biteni ilk olarak O’na anlatması neticesinde kendisine ilk inanan ve Allah’a ilk teslim olan ismin ebedî yol arkadaşı Hz. Hatice oluşu hiçbir zaman aklımdan çıkmaz.

Hz Peygamber’in ilk sünneti bana göre el-Emin olmasıdır. Sözüyle, yaşamıyla aslında bizatihi varlığıyla emin, güvenilir, sadık dendiğinde akla gelen bir isim olmasının açtığı ufukların hala önümüzde duruyor oluşu gerçeği ile karşı karşıyayız bugün.

O yaşadığı toplumda böyle adlandırıldığı kadar evinde de böyle bilinirdi kuşkusuz. Yani Efendimiz evinin dışında olduğu kadar, evi, Haticesi için de el-Emindi. Burası önemli.

Bu saygın, naif ve aynı zamanda da büyük hikâye şurada duruversin…

Şimdi, tam da burada; “hani bazı filmler vardır, gerçeklikten kopukturlar, evin erkeğince nizami bir şekilde çalınan kapı güzel bir selamlama eşliğinde açılır, selam olabildiği en güzel şekliyle alınır, yüzlerde inanılmaz bir gülümseme, her zaman derli toplu olduğu imajı verilmiş salona doğru birlikte yürünür, evin hanımı ‘yorulmuşsundur, hemen bir kahve yapayım’ der ve mutfağa doğru yol alır filan” tablosunda olduğu gibi gerçeklikten kopuk sahnelerle yazıya devam edebilirim elbette…

Doğrusu bu ya, sunumun böylesini pek bir severiz biz. Her şey tozpembe, pastel tonlarda, güllük gülistanlık olsun kim istemez?

Böylesi aile ortamları yok mudur? Vardır elbette. Ama gördüklerimiz, duyduklarımız, konuştuklarımız -hadi biraz daha cesaret yüklenerek söyleyeyim- yaşadıklarımız şapkamızı önümüze koyup düşünmemizi zorunlu kılıyor.

Evliliklerin sürekli ertelendiği, evde olma fikrinin dışarıda olma isteğine gün geçtikçe açık ara mağlup düştüğü, yaratıcısına karşı çok cesur olabilen gençlerin evlenmekten korktuğu, bekârlığın özendirildiği zamanlardayız artık. Gençlerin aileden koparıldığı, bireyselleştirildiğine ve yalnızlaştırıldığına tanık oluyoruz. Sükûn bulmalarının imkânsızlaşacağı dönemlere doğru gidiyor Müslüman çocuklar.

E, bu gençler için, henüz evlenmemiş olanlar için böyle de evlenmiş olanlar için durum farklı mı?

Akıl, fikir, göz, gönül, ağız, kulak ve bedenin evin dışında olduğuna sanırım herkes şahitlik ediyordur. Ev halkı birbirlerini ne aklen ne fikren, ne göz ne gönül, ne ağız ne kulak ve ne de bedenen göremez hale geldi. Dışarıdan gelecek bir telefon, ekrana düşecek bir fotoğraf karesi, başkasının sıradan bir cümlesi, başka kulaklar arayan biriktirilmiş kelimeler…

Evlilik dışı yaşam ‘dost hayatı’ olarak adlandırılıyor mesela ve ne ilginçtir ki evlilik hali düşmanca bir eziyete dönüşüyor.

Bir haneyi evlilik akdi sebebi ile –belki de mecburen- paylaşmak durumunda olanlar, 24 saatlik o küçücük zaman diliminden fırsat bulup da aynı anda evde bulunsalar bile, odanın orta yerine düşen muhatapsız cümleleri insaniyet namına tutup yerden kaldıracak kimseyi bulamaz durumdalar. Bütün güzel kelimeler müşterilere, patronlara, çözüm ortaklarına, iş arkadaşlarına, ‘bi arkadaş’a, statü kazandıracak topluluklara, tabelalar ardındaki toplantı salonlarına, watsapp gruplarına, bol beğeni umuduyla sosyal medya boşluğuna saklanır.

Üstelik bütün bunlar, tarafların karşısında bir sahabe görme beklentisi üzerine bina edilir durumda.

Zihninizi çokça yormak niyetinde değilim. Böylesi bir ortamdan birbirleri için el-Emin eşler çıkar mı bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa o da acilen eve dönüş yasasının çıkarılmasıdır. Aklını başına devşir evine dön, gözünü dışarıdan al evine dön, dışarıya düşürdüğün gönlünü al evine dön gibi sloganlar atmak mümkün ama kim bilir belki öncesinde Hira’ya, hatta Hira’dan da evvel Hira’yı hak edecek bir insan olmaya ihtiyaç vardır. Gerisi zaten Allah’ın bir ikramı olarak gelecektir vesselam.

Aciliyetine ve önemine binaen söyleyelim; evliliklerin daha erken vakitlere alınmasına, gençlerin evlilik müessesine güveniyor olmalarına, evlenmeye fıtratın bir gereği olarak ihtiyaç duyanların cesaretlendirilmelerine, evliliğin de bir ibadet olarak görülmesine, evli olanlarımızın evlerine, birbirlerine sahip çıkmalarına ve evlerimizin toplumun gözbebeği statüsünü kazanarak birer örnek kurumlar haline dönüşmesine ihtiyacımız var.

Hayatın seyri içerisinde başımızı alıp gittiğimiz çokça zaman oluyor. Doğrusu insanın ihtiyacı da var buna. Lakin her birimiz, birbirimiz, bir diğerimiz için birer el-Emin olamamışsak eğer, korkarım ki dönecek bir ev bulamayacak ve yeryüzü evsizlerinin o çok kalabalık dünyasının anlamsız birer ferdi haline dönüşmüş olacağız.