Erdoğan ile halk arasında oluşan derin bağ ve derin boşluk

Refah Partisi İstanbul İl Başkanlığı binasının Fatih Fevzipaşa Caddesi’nde olduğu dönemlerden itibaren Recep Tayyip Erdoğan’ı bilir, takip ederim. O dönemlerde çocuk yaşlarda olsam da bugünle kıyasladığımda kendisi hakkındaki kanaatlerimin değişmediğini söyleyebilirim. Bu şu demek aslında, Erdoğan’ın bir çocuktaki karşılığıyla yetişkin bir insanda bulduğu karşılık detaylarda farklılık gösteriyor olsa da temelde aynı şeye tekabül ediyor. Kendisiyle çalışılmak istenen, heyecanlandıran, reddedilemeyen, sevilen, kabul gören, ikna kabiliyeti yüksek, cesur, çalışkan, samimi, doğru bildiğini söylemekten kaçınmayan, süreçlerle beraber süreçlerin tüm aktörlerini organize etmede becerikli, üzeri örtülmüş, gizlenmiş de olsa muhatabı olduğu toplulukta var olan potansiyeli yüksek bir performansa dönüştürme hususunda bir hayli yetenekli, karizmatik bir isim. Kendisini tanıdığım 1985 yılından bugüne kadarki süreç boyunca bu özelliklerin hemen hiçbirisinde bir değişiklik söz konusu olmadığını söyleyebilirim.
1994 yılında İstanbul’a belediye başkanı olduğunda düşünürlerden yazarlara, teknik isimlerden yöneticilere kadar ilginç bir yelpazeden isimlerle irtibata geçerek, hemen hepsinin bütün kazanımlarını İstanbul için seferber etmiş olması dikkate değer bir uygulamaydı. Bir seferberlik halini andıran ‘hayırda yarış’ söz konusuydu. Su, temizlik, alt/üst yapı, ulaşım gibi alanlarda atılan adımlar kadar kültürel, sosyal alanlarda yapılanlar da dikkat çekiyordu. Yıllardır, ‘bunların hepsi aynı’ söylenişi ile özetlenen düşünüş biçiminin getirdiği bıkkınlık hali ‘bu sefer oluyor galiba’ cümlesine ve hemen akabinde ‘oldu bu iş’ ifadesine dönüşüyordu.
Bilim adamlarının, düşünürlerin, kendi dar dünyalarında döndürüp durdukları entelektüel kazanımları şehrin çeşitli salonlarında halkla paylaşır hale gelmelerini özellikle bir kenara not etmenizi istirham ediyorum. Evlerinde okuduklarıyla, radyo ve televizyonların sunduklarıyla, daracık düğün salonlarındaki kültürel (!) faaliyetlere pasif katılımcı olarak yetinmek durumunda kalanlar için artık felsefecileri, düşünürleri, tarihçileri yüz yüze izleyerek, sorular soran bir halk kitlesi de oluşuyordu böylece.
Sosyal alana dair atılan bir küçücük adımın nasıl bir toplumsal dönüşümü tetiklediğine dair bir başka hususa daha dikkatlerinizi çekmek istiyorum.
İstanbul’da, bazıları Turing tarafından işletilen ve halktan hemen hiç kimsenin haberdar olmadığı, haberdar olsalar bile yüksek fiyatlı oluşu sebebi ile gidemedikleri, gitseler bile şehrin seçkinlerince kullanılmaları dolayısıyla kendilerini kötü hissettikleri tarihi binaları vardı şehrin. Fethi Paşa Korusundaki köşkler ve Çamlıca tepesindeki mekanları örnek olarak verebilirim. Bir restorasyon hareketi başlatılarak, toplumun ailece gidebilecekleri mekanlar üretilmeye başlandı İstanbul’da. Evlerinden çıkarak işte bu sosyal mekanları kullanmaya başlayan toplumun fertleriyle tanışan elit kesim bir anda “İstanbul’da başörtülüler çoğalıyor” gibi feryat cümlelerine sığınıyorlardı. Oysa ki, başörtülüler çoğalmıyordu, evlerinden dışarıya çıkıyorlardı. Böylesi bir kitlenin, alkolsüz, şık ama ucuz, nezih mekanlarla tanışmasının akabinde İstanbul’un çeşitli yerlerinde ‘alkolsüz’ restoranlar boy göstermeye başladığında bahse konu güruhun ‘alkolü yasaklıyorlar’ çığlıkları yükseliyordu ama bu çığlıkların halkta bir karşılığı olmuyordu.
Recep Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarının siyaset sahnesinde kazandığı her mevzi toplum için yeni açılımlar anlamına geliyordu. Sokaklardaki, caddelerdeki, şehirlerarası yollardaki, toplu ulaşım araçlarındaki, sağlık merkezlerindeki, eczanelerdeki, hastanelerdeki her iyileşme sosyalleşme süreçlerini hızlandırıyor ve daha evvel hayal gibi gelen birçok güzel uygulama toplumla Recep Tayyip Erdoğan arasındaki bağı biraz daha kuvvetlendiriyordu. Özel havayollarının faaliyete geçişi ile beraber, otobüs yolculuğunun bir tık üzerinde bir fiyatla memleketlerine gidip dönenler, eş/dost/akraba ortamlarında yaşadıkları bu ‘büyük’ tecrübeyi paylaşıyordu mesela.
Bu örnekleri çoğaltmak elbette mümkün. Bütün bunlarla birlikte, kimseden sözünü esirgemeyen, içindekini dışa mertçe yansıtma konusunda tereddüt etmeyen, siyaset etme biçimini değiştiren, çocukluklarında en iyi hayalleri polis, öğretmen ya da bir başka alanda devlet memuru olma dışında hemen hiç hayali olamamış toplumun neredeyse tüm katmanlarının belediye başkanı ya da milletvekili olabileceğine dair kanaat geliştirebilmesine olanak tanıyan, uluslararası arenada halkının gönlünden geçeni dünya liderlerine yüksek perdeden bir ses tonuyla söyleyen, toplumun başını yere eğdirmeyen, ne zaman bir sorun olsa kulakların sesini aradığı bu isim toplumda ciddi bir karşılık bulmuş ve dolayısıyla toplumla arasında büyük bir gönül bağı tesis edilmişti. Bu öyle bir bağdı ki, sözüm ona Cumhuriyet mitingleriyle, e-muhtıralarla, Cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecinde devletin olağan işleyişini bile sekteye uğratmayı göze alarak yıldırmaya çalışmalarla, Gezi olaylarıyla, 17-25 Aralık yargı darbesi girişimiyle, çoklu, eşzamanlı ve eşgüdümlü terör organizasyonlarıyla, uluslararası itibarsızlaştırma girişimleriyle, 15 Temmuz işgal girişimiyle dahi zedelenemedi. Zedenlenmek şöyle dursun, bilakis, kuvvetlendi, güçlendi.
Bütün bunları niye anlattığım hususuna gelince;
Recep Tayyip Erdoğan ile toplum arasında oluşan bu derin bağ ile birlikte oluşan bir derin boşluğa işaret etmekti niyetim. Yani, bir Erdoğan var ve bir de toplum var. Arada, siyasetin diğer aktörlerince, bürokratlarca, düşünürlerce doldurulması gerekirken aksine boşalan derin bir boşluk oluşmuş durumda. Bugünün dünyasında bizi en çok zorlayan yer tam da burası. Bu boşluğu doldurması gerekenler, Erdoğan ile halk arasındaki büyük aşkı, bir film izler gibi izlemekle meşgul. Bu filmi izlemek keyif veriyor kendilerine, orası belli. Halka yaranmanın yolunu Erdoğan üzerinden kendisini ifade etmekte gören bu boşluğun sakinleri aslında bir büyük hikâyenin sonunu hazırlıyorlar da farkında değiller. Oysa halka yaranmanın yolu, tıpkı Erdoğan’ın yarım yüzyıla yakındır yaptığı gibi, işini, vazifesini iyi yapmaktan geçer. “Ben Erdoğan’ı seviyorum ey halk, hadi sen beni de sev” demekle bu işler olmuyor, olmaz da.
İnternethaber sitesinde Mehmet Müezzinoğlu ile yapılmış bir röportaja rastladım. Şöyle diyordu Müezzinoğlu;
“Bizim yeni Recep Tayyip Erdoğanlar çıkarmamız lazım! Yeni Recep Tayyip Erdoğanlar kim olabilir diye baktığımızda henüz kimse yok. Gençlerimizin önünde Recep Tayyip Erdoğan adında bir liderlik okulu var. Bu okulu iyi okuyup, önemli dersler çıkarmaları gerek.”
Güzel, buna ilaveten şunu söyleyebilirim;
Recep Tayyip Erdoğan ile halk arasında oluşan o derin boşluğu hakkıyla doldurmakla mükellef olanların her birisi haddini aşmaksızın sorumluluk alanlarının Recep Tayyip Erdoğan’ı olmak zorundadır. Gelinen nokta itibarı ile oldukça zor bir şeyden bahsettiğimin farkındayım ama bana başka bir çıkış yolu yok gibi geliyor.