Gelinen noktada, Müslümanların zihin dünyasından istifade etmenin neredeyse imkânsız olduğu bir durumu yaşadığımızı cesaretle dile getirmemiz gerekiyor. Bugünün dünyasının sorunlarına dair Müslümanların ne söylüyor oldukları şöyle dursun bahse konu sorunların varlıklarından dahi haberdar olduklarından artık şüphe duyuyoruz.
1990’lı yıllar boyunca Türkiye’deki Müslümanların tartışma zeminlerini düşünüyorum bazen. Birçok önemli mevzuyu dünya ile eş zamanlı olarak hatta bana kalırsa kendi köklerine dair kazanımları dolayısıyla dünyadan da önce tartışıyor olduklarını hatırlıyorum. Sosyal yapıya, içtimai hayata, bir arada yaşamaya, ekonomik sisteme, dünyayı anlamaya, insan haklarına, sanayileşmeye, sanayi ötesine, İslam’ın mevcut dünyaya dair söylediklerinin neler olduğuna, siyasal önermelere dair pek çok konuda bu böyleydi.
O yıllarda hem dünyada hem de Türkiye’de çok önemli gelişmeler söz konusuydu. Dünya iki bloklu yapı sonrasına dair olasılıklar üzerine şekillendirilmeye çalışılırken Türkiye hem bunun çevresinde hem de kendi içerisindeki sorunlara dair çalkantılı bir dönem geçiriyordu. Bu dönemin entelektüel tartışmalarının bugünün bile çok ötesinde olduğunu söylememiz gerekiyor.
Bu çalkantılı dönemin beraberinde getirdiği büyük problemler de hem dünyanın gündemini hem de Türkiye’nin gündemini meşgul ediyordu. Dünya savaşlarla, Türkiye ise terör eylemleri ve faili meçhul cinayetlerle anılıyordu o tarihlerde.
Türkiye’de yayınevi, gazete, dergi, televizyon kanalı ve radyo gibi mecralarda kendisini ifade imkânı bulan Müslümanların bu takdire şayan entelektüel çabaları çok sayıda açılımı da beraberinde getirmişti. Bu sürecin tabii bir getirisi olarak yeni yayınevlerimiz, yeni gazetelerimiz, yeni dergilerimiz, yeni sivil toplum kuruluşlarımız, yeni radyo ve televizyonlarımız ortaya çıktı.
Bu düzeyli tartışma zemininin Müslümanların siyaset sahnesinde de daha evvelkinden daha farklı bir biçimde söz sahibi olmaları sonucunu da doğurduğunu söyleyebiliriz. Müslümanlar hem İslam dünyasını, hem de Batıyı anlamaya çalışıyor, oralardaki kazanımları değerlendiriyor, mevcut dünya sistemine muhalif, mevcut dünya sistemi yerine başkaca önerilerde bulunan bir takım isimlerin eserlerini Türkçeye çeviriyorlardı.
Bu aslında yeni bir şey değildi diyebiliriz. 1960’lardan itibaren ağır aksak ve eksik bir biçimde süre gelen bir durumun verimli hale geldiği bir dönem olmuştu 1990’lar.
Siyaset sahnesinde Türkiye’de yaşanan ve tüm toplumu derin bir biçimde etkileyen gelişmeler karşısında Müslüman zihinlerin ürettiği çözüm önerilerinin siyaset mekanizmalarına da yön verdiği dönemdi bu dönem. 28 Şubat darbesi ile zirve yapmış bir anlayışın karşısında elinde önerilerle çıkanlar yine Müslümanlar olmuştu.
Nitekim dönemin yükselen değeri olan ve o günün Müslümanlarının gözbebeği konumundaki Refah Partisi geleneğinin uzunca bir zaman diliminden bu yana bin bir zahmetle taşımış olduğu siyasi anlayışın artık yeni bir zeminde ilerlemesi gerektiğine dair oluşan kanaatin arkasında da işte bu zihinsel faaliyetlerin olduğunu söylememiz mümkündür.
Bu arada şu hususu da vurgulamakta fayda görüyorum;
O tarihlerdeki bu çabalar, kendi içine kapanık bir topluluğun çabalarının çok ötesinde çabalardı. Bilakis kendi içindeki tüm unsurlardan istifade etmesini bilen ve başkalarıyla temas edebilen, bu yönüyle düşünüldüğünde eksenini ve çıkış noktasını yitirmeden kendisini geliştirebilen bir çabaydı bu çaba. Bu bir iklimi, bir atmosferi de beraberinde getiren bir durumdu. Bu iklim ve atmosfer hemen herkesin istifade edebileceği bir zemini de üretmekteydi.
Sonrasındaki yıllar itibarıyla, Müslümanların iktidar sahnesinde verdiği mücadele ile birlikte, bu kuvvetli durumdan geriye doğru bir gidişin söz konusu olduğunu da görmüş olduk. Gittikçe mekanikleşen, donuklaşan, birleştirmekten ziyade ayrıştıran, birbirleri ile ve başkalarıyla temas imkânını kaybeden, içine kapanan, dışarıyı anlama hususunda çok da çaba sarf etmeyen, hem İslam dünyasını, hem de Batıyı sadece siyasal saikler üzerinden okuma ucuzluğuna düşen bir Müslüman entelektüel durumuyla karşılaşmış olduk.
Gelinen noktada, Müslümanların zihin dünyasından istifade etmenin neredeyse imkânsız olduğu bir durumu yaşadığımızı cesaretle dile getirmemiz gerekiyor. Bugünün dünyasının sorunlarına dair Müslümanların ne söylüyor oldukları şöyle dursun bahse konu sorunların varlıklarından dahi haberdar olduklarından artık şüphe duyuyoruz.
Bütün bunları söylerken belki de o döneme kıyasla çok daha fazla ismi göz ardı ediyor değilim. Söylemeye çalıştığım şey, bugünün dünyasındaki bu ne yazık ki münferit kalmış çabaların bir iklim, atmosfer oluşturma konusunda yetersiz kaldığına dairdir. Ve belki de en önemlisi, siyasal zeminimizin bu iklim, atmosfer yoksunluğunun sıkıntısını yaşıyor oluşudur.
Entelektüel açıdan, zihin dünyamızın etki alanı açısından az olduğumuz ama etkin olduğumuz zamanlardan çok olduğumuz ama etkin olamadığımız zamanlara geldik bugün. Müslüman entelektüel isimlerin öneride bulunmuyor olması sebebiyle oluşan iklim ve atmosfer yoksunluğu özelde Müslümanlar genelde ise ülkemiz, bölgemiz ve dolayısıyla dünya açısından hem çölleşmeye hem de hava kirliliğine sebep oluyor ne yazık ki. Oysa bu hususta söyleyecek daha çok sözümüz olmalıydı.
Bugünün ana tartışma konusu olan siyasi gelişmeleri tartışmadan evvel bana kalırsa tartışmamız gereken husus budur. Çünkü siyasal zeminimiz kendisini beslemesi gereken münevver bakıştan yoksunluğun bedelini ödüyor bugün.