Tvnet’in Ramazan programı çekimleri için bir haftadır Kudüs’teyiz. Allah izin verirse, üç hafta daha, Ramazan sonuna kadar buralardayız. Bu bir haftalık süre, dünyanın başka bir yerindeki, bir başka şehri eni konu çözmemi temin edebilirdi. Kudüs söz konusu olunca ise kafa karışıklığımı artırmaktan başka bir işe yaramadı.
Gezginler üçe ayrılabilir. Bilmiyorum belki de beşe, yediye ayrılıyordur. Ama içlerinden bir türün, girdiği şehri zihnen fethetmek üzere gezen “fatih gezgin” olduğunu söyleyebilirim: Kafasındaki haritayı sürekli güncelleyerek; gezdiği sokakları, aşina olduğu sokaklara benzeterek; o şehrin insanı hakkında kolayına genellemelere ulaşarak şehri “çözdüğünü” düşünen gezgin tipinden bahsediyorum. Ona kötü bir haberim var: Kudüs’te çuvallayacaktır. Kudüs’ü gezen değil, Kudüs’ün kendisi fatihtir çünkü.
Burada, zihnimizdeki şemaları esnetmek zorundayız. Tamam, Kudüs, Filistin, Orta Doğu hakkında belli bir birikimle geldik, o birikimi edinebilmek için verdiğimiz emek de saygıya değer. Ama burada, dünyanın bu en “biryerebenzemez” şehri karşısında, daha mütevazı olanlar, teslim almaya değil teslim olmaya gönül indirenler, toklar değil açlar kazançlı çıkacaktır.
Daha dün, program sonrası yaşadığımız bir sahne, dünyanın bir başka yerinde, bir kısa film senaristinin işgüzar muhayyilesinin ürünü olarak karşılanabilirdi: Program bitip de iftarımızı yaptıktan sonra, çekim ekibimiz masadaki yemeklerden ve içeceklerden bir kısmını, çekim yaptığımız okulda kalan öğrencilerle paylaştı. Bu baştan sona sıradan olan, sıfır heyecan içeren senaryonun castını paylaşırsam meramım anlaşılacak: Programcı biz Müslüman Türkler; çekim ekibini oluşturan Müslüman Filistinliler; çekim sahamız olan Polonyalılara ait ruhban okulunda kalan Hristiyan Arap öğrenciler.
Buraya gelmeden önce, “nereye gidiyorum” sorusuna cevap ararken yolum mecburen akademik metinlerden geçti. Tarihin kendisi olan Kudüs, Osmanlı’nın yonttuğu bir elmas olan Kudüs, Hacıların uğrak yeri olan Kudüs, Haçlıların Kızıl Elma’sı olan Kudüs… Hasılı, insanlığın ve dinlerin tarihteki yolculuğunda, hemen daima başrolü ya da yardımcı aktör rolünü üstlenen bir Kudüs vardı önümde: Büyüleyici, karizmatik, ruhani ama çoğunlukla tarihin mevzuu bir Kudüs.
Edebiyat bize sadece başkalarının duygularını geçirmez, nasıl duygulanacağımızı da öğretir. Dahası, duygularımızı tanımamıza, onlarla kendimizi nasıl inşa edeceğimize de yardım eder. Tarihsel bir dekor olan Kudüs’ü gezerken, kendinizi tarihin bir parçası olarak görmeniz mümkündür. Edebiyattan yardım alırsanız, bu kez, dekorun içinde asılı kalmış insan öykülerine değme, onları güncelleme, o öykülerin bugündeki uçlarına temas etme imkanı bulursunuz. Duvarların, mukarnasların, kubbelerin, sütunların, o daracık geçitlerin katılaşmış bedenleri edebiyat sayesinde gevşer, geçirgenleşir ve siz orada, kendinize dair bir kıssa yaşama fırsatını ele geçirirsiniz.
Dersimiz edebiyat teorisi değil elbette. Gelmeye çalıştığım yeri yekten söylemek en iyisi: Kudüs hakkında insan içine çıkarabileceğimiz bilimsel ve teorik çalışmamız son derece sınırlı. Sağdan sayalım beş, bilemedik yirmi beş. Ama bunlar yine de ölü Kudüs’ün, dekor Kudüs’ün, tarihin malı olan Kudüs’ün anlaşılmasına yardımcı olmaya yeter. Ama bugünkü Kudüs için daha fazlasına ihtiyacımız var. Yüzeysel duygulanıma gömülerek felç edilmiş gerçek duyuşu açığa çıkartacak bir şeye. Sokakta kımıldayan kedere, tenceredeki mahrumiyete, duvardaki acemi yazıya, çevirme noktasındaki göz temaslarının düellosuna değin bir şeye… Akşam yemeği masasındaki bir ailenin suskunluğunu deşecek, hutbelerdeki mahcup siyaseti gösterecek, İstanbul’dan daha pahalı olan bu şehirde bir yeniyetme kızın küçük lükslerine yetmeyen harçlığını açıklayacak bir şeye… Ama işte tam da bu şey yok. Bu yokluk sebebiyle de Kudüs, bir bilinmeyen olarak kalmayı sürdürüyor.
Etgar Keret, şu fırlama İsrailli, öykülerinde sokaktaki İsraillinin dünyasını şen şakrak anlatır. Sakar, sarhoş, dahi ya da manyak, bir alay İsrailliyle tanışırsınız sayesinde. Sıradan İsrailli insanın ev haline, okuldaki sorunlarına, iş çıkışı yaşadığı kaçamağa ya da bir Arapla karşı karşıya geldiğindeki hissiyatına dair resimler sunar onun öyküleri. İsrailli, onun öykülerinde, işgalin gönüllü ve tekinsiz neferi olmaktan çıkar, politik bağlamın dışına bir yere taşınır ve çelişkileriyle, zaaflarıyla ya da tutkularıyla size benzeyen birine dönüşür. Onunla oturup bir kahve içebilir ve laflayabilirsiniz, gibi gelir.
Ama kritik soru şudur: Filistinli insanın dünyasına bu keskinlikte ve sıcaklıkta sızabileceğimiz edebi menfezlere sahip miyiz? Kudüs’ün romanını, öyküsünü, şiirini okuyabilecek miyiz? Bu edebiyatsızlıktan oluşan mesafedeki Kudüs tasavvurumuzun içe işleme ve kana karışma ihtimali, dahası kalıcı olma imkanı var mıdır? Yoksa, Yahudi soykırımının abideleşmesinin filmler, romanlar, öyküler dışında bir yolla mı olduğunu düşünüyoruz?
Her yıkım ve çözülme, daha pratik çözümlere ve stratejilere başvurmayı zorunlu kılıyor, kabul. Ama hepimiz birden bu kadar pratik ve stratejist olmak zorunda mıyız?