Edeb sözcüğünün anlamı muğlaktır, der Ortaçağ’ın talim ve terbiye tarihini yazan George Makdisi. Edeb sözcüğüyle tam olarak ne kastedildiğini belirgin kılmak için, dönemin gündelik hayatını resmeden kitaplarıyla, biyografik tomarlar arasında inatla mekik dokumuştur. Yine de, bu sözcük onun eserinde, şöyle böylenin ötesinde, apaçık bir anlama kavuşmuş sayılmaz.
İslam Medeniyetinin ilkbaharında edeb terimi, nahiv, belağat, meani, şiir, kafiye, aruz, mektup yazımı, seçili düzyazı vb dille ilgili bir düzine sanatı içermesi yanında, öte yandan zamanla tarihe, soy bilime, coğrafyaya doğru açılarak, “edebiyat”tan “beşeri bilimler”e doğru genişleyen bir sahaya hükmetmeye başlamıştır.
Aynı heyecan verici yıllarda, edeb sözcüğü, din alimi tipinin dışında ve belki daha doğru bir tabirle biraz da uzağında edib tipini doğurmaktaydı. Bu tip, üslup sahibi, şiir deposu, şık ve rafine zevklerin adamı olan biriydi. Din alimleri gibi muhafazakar kalmak zorunda olmadan, edebi zevkin ve beşeri bilimlerin tozunu attırıyordu. Bütün bütün hafifmeşrep olmadan kültürel temelli eğlenceli ortamlar yaratan sarayların, konakların aranan ismi işte buydu. Sözü gediğine koyar, yerinde nükteler saçar, zevkli iltifatlar üretirdi. Sözü dinlenirdi. Bilgiyi süsler ve bir bakıma da sekülerleştirirdi.
Edebin, edebiyatla ilgisi vardır, gibi sözler duyarız zaman zaman. Aslında edebiyat, bu anlamda edebin içinde bir başlıktır. Yani edebin edebiyatla andığımız bağlam bakımından bir ilgisi zorunlu olarak ve tarihsel anlamda vardır.
Öte yandan, bu insan tipinin temsil ettiği jestüelin ve gustonun, döneminin incelmiş zevkini yansıttığını, bu zevkin de sadece bilgiyi ve üslubu değil, görgüyü de kapsadığını söylemeliyiz. Edib, iyi kafiye düşürmek veya Necd’in köklü kabile isimlerini bir çırpıda saymak yanında, oturup kalkmasıyla da bir görgünün mümessili olmalıydı. Seçkinlerin sofrasında üslup sadece dilsel değil, yaşantısal bir temaydı.
Beri yandan, dini ilimler ve ona merbut olan ahlaki çerçeve de zaman içinde edeb kelimesine başvurmaya başlamıştır. Mesela fıkhi düzlemde, namazın farzları, sünnetleri yanında, bir de edeplerinden bahsedilir olmuştur. Ayakta durmak namazın farzlarındansa, ayaktayken elleri bağlamak sünnetlerinden, sağa sola değil de secde yerine bakmak edeblerindendir. Edeb bu anlamda, hukuki yeter şartı yetmez gören, bunu tahkim eden ahlaki ve manevi dayanaklar üreten bir mekanizma gibidir.
Dolayısıyla, aslında fıkhi anlamda edeb nosyonu da, tıpkı bilimler tasnifindeki edeb anlayışı gibi, kuralların çizdiği çerçeveyi ruhsal bir incelikle genişletmeyi amaçlar. Bilimler tasnifi bakımından edeb, beşeri bilimleri, dil sanatları ve rafine zevkle buluşturan bir sahaya işaret etmekteydi. Aynı şekilde fıkhi anlamda edeb de, fıkhın emirlerinin görünmeyen eklem yerlerini sezen ve ona hassasiyet geliştiren, yine fıkhın talim ettiği yasakların kabaca geçmesi sebebiyle görünmez olan bazı yumuşak karınlarını da hisseden ve ona dair de bir hassasiyet geliştiren bir aksülameldir.
Hangi sahaya ait olursa olsun edeb terimi, amme için çizilmiş ve asgari uzlaşıya zemin olan çerçeveyi, kişinin kendi konforu aleyhine genişletmesine işaret eder. Bu haliyle edeb çerçevesi, farz ya da hukuk çerçevesinin epeyi dışına atılan bir kontur gibidir.
Edeb böylece, merkezdeki idealin, temel siyasetin, ana fikrin, kısacası farzın sinir uçlarının sezgisidir. Bu sinir uçlarını sezecek bir ruh zenginliğiyle ve seçkinlikle donanmış kimselerin, merkezin tahribatına dair geliştirdikleri hassasiyetleri, onlara savunma hattını uzak bir sınıra taşımayı ilham etmiştir. Yani başkenti savunmanın yolunun, en uzaktaki mümkün sınırı savunmaktan geçtiğini bilen kimselerdir onlar.
Medine-i Münevvere’de, geçtiğimiz hafta iftar vaktinde, üstelik Müslüman olduğunu iddia eden birinin gerçekleştirdiği intihar saldırısını bağlayabileceğimiz siyasi, ideolojik ve sosyolojik sebeplerden yığınla var. Bunlara bir de edeb yoksunluğunun yol açtığı ruhsal sebepleri eklemeliyiz. Peygamber Efendimiz’le ilişkimizi korumayı, hukuki yaptırımların sahasıyla sınırlamak, bu ilişkinin anlık hezeyan ya da cezbe anlarında tahribiyle sonuçlanabilir. Oysa bu ilişkiyi korumayı, daha uzak bir sınırı korumaya, yani edebi gözetmeye bağlayabilirsek, ilişkinin çekirdeği, özü muhafaza altında kalacaktır.
Söz gelimi, Mescid-i Nebevi’deki kabr-i şerifin temizliği esnasında ortaya çıkan tozu, gidip çöpe dökmek yerine saklamayı ve hatta bir kısmını Topkapı Sarayı’nda muhafaza etmeyi size hukuk söylemeyecektir. Ama siz, Osmanlı’nın tercih ettiği bu yolu seçtiğinizde, Peygamber Efendimiz’e hürmete dair sinir uçlarını açık tutmuş ve böylece hürmeti bileyen ve hürmetsizliğe karşı teyakkuzda tutan bir can sahibi olacaksınızdır. Çünkü edeb sizi, Peygamber Efendimiz’e karşı olan hukuki yükümlülüklerinize sadık kalmakla yetinmeye değil, bu yükümlülüklere ruhsal temelli yenilerini ekleyerek hukuki olanların etrafını tahkim etmeye çağıracaktır. Aslında sakal-ı şerif ya da hırka-ı saadet de aynı başlığın altında mütalaa edilebilir.
Arifler, “Edebin, ekmekteki un, ibadetinse ekmekteki tuz gibi olsun” demişler. İbadeti yerine getirmekle yetinmek değil, ibadeti, ondan daha yoğun ve çok olan bir edebin içinde eritmek anlamına gelir bu.