Ernest Renan, akademide verdiği nutkun bir yerinde -özetleyerek söylersem- öğrencilere düşünmeyi sürdürmeyi, düşüncenin izini takip etmeyi öğrenmelerini tavsiye eder.
Renan’ın kastettiği, bir konu üzerinde düşünmeye başladığımızda genellikle yaşadığımız kopukluktan kaçınabilmeyi öğrenmektir. Düşünme, sık sık zihnin dış uyarıcılar karşısındaki mağlubiyetiyle kesintiye uğrar. Yine düşünme, zihnin kontrolsüz çağrışımlara teslimiyetiyle de kesilir. Özellikle düşünme idmanımız yoksa, düşünmenin kendisine dair bir yadırgama, bizi düşünmeyi sürdürmekten alıkoyar.
Bir mesele üzerinde düşünmeye başladığımızda, bu meselenin önümüzdeki belirsiz, katmanlı, müphem tavrı karşısında ya sebatla düşünmeyi sürdürme ya da gerileme, geri çekilme gibi iki temel tepki gösteririz. Sebatla düşünmeyi sürdürmenin önündeki başlıca engelse, dikkatimizin dağılmasıdır. Dikkat sözcüğüne dikkatinizi çekmek isterim: Arapça olan “dikkat”, hassaslık, narinlik, zayıflık gibi anlamları da olan, kırılganlıkla, tozumsu olmakla (mesela un ile) irtibatlı bir kelimedir. Dikkatimiz dakiktir, yani kırılgandır ve dağılmaya, ufalanmaya, parçalanmaya açıktır. İşte tam da onun bu niteliği sebebiyle onu dağılmadan muhafaza edebilmek ve düşünme söz konusu olduğunda mevzuuna teksif olmasını temin edebilmek güçtür, güçten de ötedir.
Bu noktada “deha” mevzuuna geliyoruz. Deha dediğimiz nesnenin, bir çeşit akıl taşkınlığı gibi kabul edildiğinin farkındayım. Oysa güncel araştırmalarda dehanın, bir tür takıntı, obsesyon haliyle açıklanmaya çalıştığını görüyoruz. Dahiler, dikkatini obsesyon derecesinde işine, mevzuuna, eserine teksif etmeyi başarabilen kişilerin arasından çıkıyor. Düşünme söz konusu olduğunda, düşünmeyi sürdürebilme becerisi göstermek söz konusu olduğunda da, benzer yoğunlaşmayı sergileyenlerin arasından filozoflar çıkıyor.
Platon, Şölen’de hocası Sokrates’in şu “menkıbesi”ni anlatır: “Bir sabah çözemediği bir konu üzerinde düşünüp duruyordu. Öğleye değin düşündü. Düşünceye dalmış olarak kımıldamadan kalakaldı. Öğle vakti dikkatler ona çevrildi ve şaşkın kalabalık arasında, Sokrates’in gün doğuşundan beri ayakta dikilip bir şey düşündüğü söylentisi dolaştı. Akşam yemeğinden sonra bir takım İonyalılar merak dolayısıyla şiltelerini alarak, Sokrates’in bütün gece öyle dikili kalıp kalamayacağını gözlemek üzere açık havada uyudu (Olayın, kışın değil yazın geçtiğini söylemeliyim). Sokrates ertesi sabaha değin öylece kaldı. Gün ışığıyla birlikte güneşe dua edip gitti.”
Eğlenceli bir başka olayda da, Sokrates’le Aristodemos bir yemeğe gitmek üzere birlikte yola çıkarlar. Fakat Sokrates, böyle bir düşünme nöbetine yakalanması sebebiyle geride kalır. Aristodemos geldiğinde, ev sahibi Sokrates’i sorar. Arkadaşı şaşkındır, çünkü Sokrates yanında değildir. Sokrates’i getirmesi için gönderilen bir köle, onu komşulardan birinin sundurmasında bulur. Orada çakılıp kalmış, mevzuuna odaklanmış, dışarıya kendisini neredeyse kapatmıştır. Kendi haline bırakılır. O da yemeğin yarısında çıkagelir.
Kabul, bu ölçüde ve şiddette bir yoğunlaşma Sokrateslerin şanına yakışabilir. Ama düşünmenin ihtiyaç duyduğu yoğunlaşmanın, öğrenilebilir olduğunu kabul edersek, bunu nasıl öğreteceğimiz üzerine düşünmemiz gerekiyor. Eğitim sistemimiz, zaten dikkati bin türlü uyarıcıyla laçkalaşmış çocuklarımıza, mevzuları üzerinde düşünebilme yetisini nasıl kazandırabilir? Bence eğitim sistemimizin temel sorunlarından biri budur.
Bu sorunu hafifletmenin ve giderek aşmanın makul, uygulanabilir ve pratik bir yolu olarak yazmayı görüyorum. Eğitim sistemimizde, sosyal ve beşeri bilimlerle ilgili dersler başta olmak üzere, yazmanın temel etkinliklerden biri haline gelmesi gerektiğini düşünüyorum. Bildiğimiz “kompozisyon yazmak”tan mı bahsediyorum? Hayır, onu değil, daha pratik, daha hızlı, daha kısa, her derse taşınabilir bir yazma etkinliğini kastediyorum. Bir kitap üzerine yazmak, bir film üzerine, bir müze gezisi üzerine, bir futbol maçı üzerine, hasılı hemen her fırsatta, her derste yazdırmaktan bahsediyorum.
Bizde yazma, düşünce ve duyguları bir yazı içinde organize etme çabası, Türkçe, Edebiyat, Kompozisyon gibi derslerle sınırlı. Orta öğrenimden, yükseköğrenime kadar bu değişmiyor. Durum böyle olunca, yüksek lisans aşamasına gelmiş olmasına rağmen, bütün o on altı sene boyunca yazmakla işi olmayan öğrenci, yazmak zorunda kaldığı bu aşamada hayati bir güçlükle karşılaşıyor. Oysa o saate kadar, tarih, coğrafya, din kültürü ya da siyer gibi aklınıza gelebilecek her başlık altında, kısa-uzun yazı yazdırmış olmamız, yazıyla aşinalığını kazandırmış olmamız gerekiyordu.
Orta ve yükseköğrenimde yazmayı niçin temel yükümlülüklerden biri haline getirmeliyiz, sorusunun cevabını, öğrencilerin kendilerini ifade yetisi kazanmaları olarak cevaplamak istemem. Bence yazmanın asıl sonucu, düşünmeyi sürdürebilmeyi, bir düşünceyi sonuna kadar takip edebilmeyi öğrenmektir. Ya da başka bir ifadeyle söylersek, yazarak düşünmek, düşünerek düşünmekten daha kolaydır. Dikkatimiz kırılgandır, demiştik. Düşünmeyi sürdürmek için, Sokrates gibi odaklanabiliyorsak, yazmaya da ihtiyacımız yok. Ama dikkatimiz ve yoğunlaşmamız, her bir kaç saniyede/dakikada bir elimizden kaçıyorsa, yazmak düşünme temrini yapmanın en uygun vasatı olacaktır.