Yazımıza başlık olarak seçtiğimiz hüküm cümlesinden neyi kastettiğimizi doğru iletebilmemiz, “hemen” ve “beri” kelimelerinin açıklanmasına muhtaçtır.
“Hemen”, olan değildir, olmaya ramak kalandır; “olmayaduran”dır; dilbilgisi bakımından, eylemden önceki zamanı belirten zarftır; zarf ise mazrufunu gerektirdiğinden, “hemen”, bir sonrası için mayalanmasını tamamlamış, fiil katına çıkmaya duran potansiyel şeydir; eli kulağında “olan”dır.
Öyle ki, “olan”ın olan oluşunun hakikati, “olmayaduruşu”nun hakikatini açıklığa çıkaran bir “eşik” niteliğindedir; “eşik” ise kapıdan önce ya da sonra değildir, kapı ile birdir; hem (girilen ve çıkılan olarak) kapının işlevi yönünden hem de niyet ile fiilin kesişme noktası o olduğundan, bize onu kapıya göre önceliyormuşuz gibi gelir.
“Beri” iki uzaklıktan daha yakın olan yerdir; “öte”nin karşıtıdır ancak, “ahiret”i de “öte” olarak isimlendirmemiz nedeniyle, beri “öte”den daha yakı olan, kullanma maksadımıza göre “öte”yi “hemen” beriye getirendir.
Hz. Peygamber’in “Dünya ahiretin tarlasıdır” mealindeki hadisini de yazı başlığımızın benzeri bir söylenişi olarak aldığımızda, ilgili hükmü ulayacağımız yer, ahirete dünyadan geçme esası, ahiretten önce dünyayı tanıma (bilme) zorunluluğudur.
Çünkü bizler akleden varlıklarız ve akledişimiz duyularımız/duygularımız eşliğinde, tanığı olduğumuz (varlıklarını deneyimleyebildiğimiz) gerçekliklere bağlıdır.
İmgeyi, Bergsonal bir tanımla “Algılanan ile algılanamayanı ve görünen ile görünmeyeni kapsayan bütüncül bir varlıksan (ontolojik) taban” olarak aldığımızda, öncelikle algılananı ve görüneni seçerek tanımlar, ardından algılanamayanı ve görünemeyeni tanımlamaya (idrak etmeye) çalışırız.
“Nefsini bilen Rabbini bilir” şeklindeki tasavvufi ifadede, nefsini bilmenin Rabbini bilmeye öncelenmesi de aynı nedenledir. Çünkü kişi her şeyden önce kendisine (aynı zamanda taşıyıcısı olarak kendi nefsinin bilgisine) yakındır ve bu yakınlığın ferdi düzeyde keşfi, bir sonraki yakınlığın keşfini (müdrik olma çabasını) beraberinde getirir.
Bu yeni yönelişte de yine hareket noktamız, fiili olarak bilgisine sahip bulunduğumuz dünyadan başka bir yer olamaz. Bildiğimiz ve yaşadığımız “mekân” olarak dünya, fert (nefis sahibi) olarak bizim de neye mekân olduğumuzu düşünmemize neden olur ve giderek dünya ile din kelimesinin etimolojik kardeşliğinden hareketle dış mekânın (dünyanın) iç mekânla (nefsimizle) benzerliğinde ve dolayısıyla her iki mekânı da birlikte imar etme yükümlülüğünde karar kılarız.
Ki, bu noktadan itibaren, dünyada oluşumuzun hakikati, aynı zamanda (eş-anlamlı ve eş-zamanlı olarak) bir din üzere oluşumuzun hakikatini bize açacak ve bir “dine inanmadığımızı” söylediğimizde bile dinsizlik dinine tabi olduğumuzu kulağımıza fısıldayacaktır.
Hal böyle olunca, ahiretin hemen berisinde konumlanacak olan dünya, kendi gerçekliğini görünür kıldığı kadar, ilahi gerçekliği (dini) de görünür kılacaktır. Diğer bir söyleyişle, ancak dünyanın kendi gerçekliğinden (tarla oluşundan) beslenen her şey (inanışımız, yaşayışımız, nazariyatımız, pratiğimiz) ahirete iletilen bir mahsul (meyve) olacaktır. Bu bakış açısına göre, dünya kokusu almamış şeylerin ahirette de bir karşılıkları olmayacaktır.
Örneğin, “Mearic Suresi’nin 22-35. ayetlerinde, gerçekten ‘Cennetlikler içinde ağırlananlardan’ olmak isteyen kişinin, kesin olarak yerine getirmesi gereken şartlar, ayrıntılı bir şekilde anlatılmaktadır. Burada Cennet ödülü sadece; 1-Namaz kılıp namazlarında sürekli olanlara (23. ayet), 2-Malından belli bir payı dilenenlere ve yoksullara ayırmış olanlara (24.-25. ayetler), 3-Din Günü’nü tasdik edenlere (26. ayet), 4-Rablerinin azabından korku duyanlara (27. ayet), 5-Irzlarını koruyanlara (29. ayet), 6-Kendilerine verilen emanete ve ahitlerine riayet edenlere (32. ayet) ve 7-Şahitliklerinde dosdoğru davrananlara (33. ayet) vaat edilmektedir.
Ra’d Suresi’nin 20-23. ayetlerinde, büyük oranda yukarıdakilerle aynı olan bir İslami erdemler listesi verilmektedir. Bu pasajın tam tercümesi aşağıdaki gibidir:
“Onlar Allah’ın ahdini yerine getirenler ve misaklarını bozmayanlar. Ve onlar Allah’ın ulaştırılmasını emrettiği şeyi ulaştırırlar, Rablerinden haşyet duyarlar ve kötü hesaptan korkarlar. Ve onlar Rablerinin yüzünü (hoşnutluğunu) isteyerek sabrederler, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden gizli ve açık infak ederler ve kötülüğü iyilikle savarlar. İşte bu (ebedi) yurdun (güzel) sonucu onlarındır. Onlar Adn cennetlerine girerler.” (Toshihiko İzutsu, Kur’an’da Dini ve Ahlaki Kavramlar, Çev.: Selahattin Ayaz, Pınar yay., İstanbul 2013)
Bunlarda dünya ile ilgili (ancak dünya ile mümkün) olmayan ne var? Ve aynı zamanda bunlar dünya hayatının güzelleştirilmesine bitişik değil midir? O halde, “din”in dünya üzerindeki yaşanışından elde edilecek toplam suretin (hasılatın), aynıyla (sorgu, ödül ve ceza planında) ahirete intikal ettirilecek kuşku duyulabilir mi?
Tam bu noktada züht konusu üzerinden, dünyayı olumladığımız suçlamasına kapı aralamak isteyenler çıkabilecektir.
Onlara söyleyebileceğimiz ilk şey, “züht”ün dünyayı inkâr etmek olmayışı; dünyanın nefislerde neden olabileceği cezbediciliği değersizleştirmek oluşudur.
Daha açık bir söyleyişle züht, dünyadan yoksunluk olduğu kadar, mal içinde iken mala, iktidar içinde iken iktidara itibar etmemektir; yoklukta yoksunluğun gerekliliğini, varlıkta yoksunluğun zorunluluğuyla eşitleyebilmektir.
Bu bahiste söyleyebileceğimiz son şey, ölmek için doğanlar olarak, dünyayı hemen ahiretin berisinde “görerek”, Cennet vaadiyle ilgili örneğimizdeki gibi, din ve dünya ayrımını hak ettiğinden daha fazla keskinleştirmeksizin, bir yüzü kendi imtihanımıza, diğer yüzü ise ibadet, ahlak ve adalet boyutlarıyla ötekinin hak ve hukukunu, refahını korumaya yönelik olan ilahi hususları bizzat zikretmeye (tebliğe) ve uygulamaya (yaşamaya) çalışmaktır.
Bizler bunda kararlı olmazsak, güya uhrevi bilgileri gündem maddesi haline getirerek, dünya bilgisini, ilgisini törpülemek adına, sorgu meydanında kaç gün bekletileceğimizi, orada bedava su verilip verilmeyeceğini, cehennemde ebedi olarak kalınıp kalınmayacağını. Tartışanların istismarcılıklarına, gerzekliklerine ve gericiliklerine fırsat tanımış oluruz.
Dolayısıyla, dünyadan yalıtılmış bir ahiret inanışına ve gevezeliğine itiraz etmek, Allah’ın şeriatına inanların görevi olduğu gibi, yukarıdaki İslami erdemlerin hem dünya hem din için takipçisi olmak da yine onların asli görevidir.