Dokunul-mazlıkların oylanmasında, Kılıçdaroğlu’nun lider olarak sergilediği kararsız, dirayetsiz, belirsiz, yanar-döner tutum, CHP içinde terörle mücadele konusunda devletin yanında duran 25 kişilik bir grubun referandumu gerektirmeyecek şekilde oy kullanmalarıyla, zorunlu bir netliğe bağlanmış oldu.
Bu noktada bir ana muhalefet partisi lideri olarak Kılıçdaroğlu’ndan duyulabilecek en doğru şey, “Kabul ve ret içinde siyasi manevralara başvurarak AK Parti’nin başarısız olmasına, dolayısıyla HDP=PKK milletvekillerini korumaya çalıştık ama başaramadık, sonuç milletimize hayırlı olsun” diyebilmesi iken, o yine itiyadı olduğu üzere çırpındıkça batmasına neden olan bir dizi yorumun içinde debelenmeye başladı.
Kılıçdaroğlu’nun geldiği bu noktadan açıkça anlaşılıyor ki, o hem sakız çiğneyip, hem de siyaset yapabilecek bir siyasi yetkinliğe sahip bulunmuyor. Aynı günde iki konuyla (soruyla, tercihle, kararla) baş başa kaldığında bocalayışı da bunu gösteriyor.
Örneğin, kendisini dokunulmazlık konusundaki tutumunu savunmaya şartlandırmış olarak çıktığı son televizyon kanalında, kan dökme hususunda daha birkaç gün önceki gafı kendisine hatırlatıldığında, dili siyasetten vehme bağlanarak ağzından şu kelimeler dökülüveriyor:
“Her şeyi ben yapacağım diyor. Ben de ‘böyle bir sistem kurmak isterseniz kan dökmeden yapamazsınız’ dedim. Biz sokaklara çıkacağız, siz de TOMA’larınızla çıkıp bizi öldürmeye çalışacaksınız dedik. Biz bunu yapamazsın diyoruz, kan dökmekten kastım gidip onların kanlarını dökeceğiz değil, siz gelip TOMA’larla bizim kanımızı dökeceksiniz. Bizi yok etmeden yapamazsınız.”
Vehim diline bağlanınca, tekrar siyaset diline dönemeyip, kabuslarla geçen bir uykudan uyanmışçasına, alışkını olduğu aslan sosyal demokrat söylemine yaslandığı son grup toplantısındaki şu sözleriyle kesinlik kazanıyor:
“Demokrasi için bedel ödeyeceğiz arkadaşlar. Bir baskı rejimi bütün alanlarda geliyor. Türkiye’nin üstünde kara bulutların olduğunu kimse unutmasın arkadaşlar. Bir baskı rejiminin geldiğini kimse unutmasın. Bizi hapse atarlarmış, atmazsanız namertsiniz siz. Demokrasi için ben bedel ödemeyeceğim, akademisyenler, gazeteciler, aydınlar ödeyecek. Niye sen ödemiyorsun arkadaşım? Ödeyeceğiz, ben çocuklarıma daha güzel bir Türkiye vaad ettim arkadaşlar. Biz çocuklarımıza daha güzel bir Türkiye bırakmayacaksak niye siyaset yapıyoruz.”
Bunları alıntılamasam da, “Kılıçdaroğlu” dediğim anda okurun zihninde nasıl bir kararsız, mütereddit ve değişken bir adam fotoğrafının canlandığını biliyorum.
Ancak, hemen bir sonraki gün şimdiki sözlerini, hiç söylememişçesine yapacağı açıklamaları değerlendirirken hemen hatırlayalım diye alıntılıyorum onları.
Hal böyle olunca, çocuklarına güzel bir Türkiye bırakmak için siyaset yapma şartının, her şeyden önce terör belasından kurtulmuş, milli bütünlüğünü sapa sağlam koruyan bir Türkiye’ye sıkı sıkıya bağlı olduğunu Kılıçdaroğlu’na hatırlatmanın ve AK Parti’nin başarısızlığı için didinerek, HDP=PKK’yı korumayı ve kollamayı benimseyerek bunu sağlayamayacağını söylemenin de bir karşılığı kalmıyor.
Daha doğrusu, Kılıçdaroğlu’nun aynı zaman dilimi içerisinde, bir konuda beyan ettiği iki farklı görüşe alışmış olmamız, onun pekişen vehimleriyle uğraşmamızı kendiliğinden gereksizleştiriyor.
Örnek mi? Kılıçdaroğlu’nda örnek mi tükenir. Buyurun:
Sözünü ettiğim son televizyon programında referanduma ilişkin ilk soruyu başkanlık ya da partili cumhurbaşkanlığının referandumda beklenen karşılığı bulamayacağı şeklinde cevaplandırırken, dokunulmazlıklarla ilgili referandum sorusunu ise şöyle cevaplıyor:
“Referandum ülkeyi bölebilirdi. Parlamentoda sağduyunun egemen olduğunu ve referandum olmadan da bu sorunun bir şekilde çözülmesi gibi bir sonucun ortaya çıkması Türkiye’nin kutuplaşmaması açısından önemli.”
Konu başkanlık olunca kanlı tablolar çizen, referandumun sonucu başkanlık isteyenlerin yenilgisi olarak şimdiden ilan ediveren Kılıçdaroğlu, dokunulmazlıklarla ilgili referandumu ülkeyi bölebilecek bir olumsuzluk olarak niteleyiveriyor.
Oysaki biz onun asıl, dokunulmazlık konusunda yapılacak referandumda kendisinin çok ağır bir yenilgiye uğrama korkusu taşıdığını çok iyi biliyoruz. Bunun bir benzerini başkanlıkla ilgili referandumda da yaşadığını çok iyi tahmin ediyoruz.
Ama Kılıçdaroğlu bu, bir yanar-döner, bir kararsız Kazım olunca, başkanlıkla ilgili yapılabilecek referandumun kan dökülmeden yapılamayacağını ileri sürerken, dokunulmazlıkla ilgili referandumda bir vatansever sorumluluğu göstermeye kalkışıyor.
İşin daha da ilginci, dokunulmazlıkları kaldırılan HDP=PKK milletvekillerine, “110 milletvekili ile yapılacak başvurunun reddedilme olasılığı çok yüksek” dedikten sonra, “Anayasa Mahkemesi’ne başvurunuzda benden destek beklemeyin. Böyle bir destek benim foyamı ortaya çıkarır, ürettiğiniz teröre yardımlarımı açık hale getirir. En iyisi siz başvurunuzu bireysel olarak yapın, küçük bir ihtimal de olsa belki kazanırsınız” yollu akıllar veriyor.
Kaset yoluyla liderlik koltuğuna oturmanın bedelini ödüyor aslında Kılıçdaroğlu. Vehimlerine tutsak olan birinin siyaset yapmasının mümkün olmayacağını da bu vesilelerle söylemiş oluyor.
Önce kan dökülmesini istiyor, sonra başkanlık referandumunda yenilginin kaçınılmaz olduğunu söylüyor, ardından başka bir referandum olasılığını ülke için çok tehlikeli bulduğunu sabit bir zaman dilimi içinde peş peşe beyan ediyor.
Bunların özel bir siyasi düşünme tarzından, manevra kabiliyetinden kaynaklanmadığını aklı olan herkes düşünüyor ve gözü olan herkes görüyor. Geriye ise sadece ve sadece hayatı vehimlerle süren birinin lider olarak portresi kalıyor.
Netice tüm bunlar gösteriyor ki, dokunulmazlık konusu, bedenindeki diğer etkileri bilemeyiz ama Kılıçdaroğlu’nun aklına, mantığına, siyaset anlayışına ziyadesiyle dokunmuş görünüyor.
Vehimlerinin onu daha nerelere götürebileceğine dair hüküm yürütmemiz zor ama ana muhalefet partisi lideri sıfatıyla arkasına taktığı kitleyi hiç de iyi bir yere götürmeyeceği gayet iyi anlaşılıyor.