TVNET’in “Kudüs’te Ramazan” programı, bizi tarihimizle, coğrafi gerçeklerimizle buluşturduğu kadar, Kudüs’ü tarihin ve coğrafi gerçekliklerin içinden süzercesine gündemimize getirmesi, diğer bir ifadeyle Kudüs’ü dirilerin dünyasına taşıması bakımından da çok çok değerli bir teşebbüs oldu.
Bunu sağlayan Albayrak Medya yetkililerine, İbrahim Karagül’e, İsmail Halis’e, programın sunuculuğunu üstlenen Ahmet Murat’a ve yayın ekibine öncelikle teşekkür etmek istiyorum.
Çünkü onlar Kudüs’ü diriler için diriltmekle kalmadılar, bu vesileyle Gırnata’nın, Kurtuba’nın, İsfahan’ın, Marakeş’in, Kalküta’nın, Semerkand’ın da iyi bakıldığında İstanbul’dan görülebileceğini, Ramazan vb. vesilelerle sıcak gündeme dahil edilebileceğini de söylemiş oldular.
Bu bahiste Mekke ve Medine’yi zikretmeyişim, unuttuğumdan değil, bilakis bu iki şehrin Müslümanların nezdinde unutulamaz oluşlarındandır. Dolayısıyla Mekke ve Medine gündeme alınması gereken şehirler değil, gündemin (ruh, idrak, tefekkür ve görsellik olarak) kendileriyle şekillenmesi gereken şehirlerdir.
Kaldı ki, “diriler için Kudüs” dediğimiz yerde, Mekke ve Medine’yi de sessizce işaret ediyoruz demektir.
Peygamber Efendimiz’in (sav) ahiret yurduna göçüşünden sonra, Hz. Ebubekir’in (ra) yaklaşık iki yıl süren hilafetinde, Irak’ın (Sasani İmparatorluğu’ndan) ve Suriye’nin (Bizans İmparatorluğu’ndan) Müslüman fatihlerce alınmış olması, aynı zamanda Kudüs yolunun Müslümanlara açılması demekti.
Bu manada Hz. Ebubekir’in hilafetinde başlayan fetihler, Kudüs’e çıkan yolun gayrimüslimlerden temizlenmesi, o yolun önce Müslüman fatihler için, ardından oraya gidecek Müslümanlar için emniyetli kılınması demekti.
Nitekim Hz. Ebubekir’den (ra) sonra hilafeti devralan Hz. Ömer (ra), bu niyet ve gayretin ürettiği sonuçlardan hareketle, bizzat kendisi sulh ve emniyet içinde Kudüs’e giderek, şehrin anahtarını (son emanetçisi) Patrik Sofronius’tan aldı.
Kudüs, Müslümanların ilk kıblesi olması bakımından daha İslam’ın ilk yıllarında onların hayatına bitişmiş ve orada yer alan Beytü’l-Makdis, Peygamberimizin (sav) hicretten yaklaşık on altı ay önce gerçekleşen miracının ilk yükseliş mekanı olmasıyla Müslümanlar için de “harem” niteliğini kazanmıştı.
Harem’lerin İslam toprağı, Müslüman yurdu kılınması yönünde ilk adımı, Mekke’nin fethiyle Hz. Peygamber (sav) atmış, ikinci ve üçüncü adımlar ise Kudüs merkezli olarak ilk iki halife tarafından atılmıştı.
Kudüs’e mahsus Müslüman esatirinin (İslam tarihine malzeme sağlayan geçmişe dair anlatıların) ontolojik bir yanının bulunması ve Hz. Adem (as), Hz. İbrahim (as), Hz. Musa (as), Hz. Yuşa (as), Hz. Davud (as), Hz. Süleyman (as), Hz. Zekeriya (as), Hz. İsa (as) ve Hz. Üzeyir (as) gibi nebi / resul ve aynı zamanda tarihi (gerçek) kişilikler üzerinden Hz. Peygamber’in (sav) miracına ve Müslümanlar tarafından fethine dair kıssalara, hikayelere, menkıbelere, fetihnamelere ulaşması devasa bir sözlü ve yazılı bilgiyi oluşturmuştur.
Bugün, Kudüs denildiğinde zikredilen isimlerden hangisini merkeze alarak başlarsak başlayalım, tadına doyulmaz bir anlatımın dünyasında günlerce gezinme imkanına sahibiz demektir.
Bu bilginin iyi yanı, nebevi esaslı tarihsel bir sürekliliği (deyim yerindeyse müstakil bir Kudüs sireti halinde) kendi seyri içinde boşluksuz olarak konuşabilme, yazabilme imkanını sağlamasıdır.
Kötü yanı ise, insan zihninin tenvir yapmada mahir olması nedeniyle, söz konusu bilginin, giderek masalsı bir forma dönüşerek, gereksiz tartışmalara zemin oluşturmasıdır. Örneğin, Kitab-ı Mukaddes yazıcılarının yıllarca temizlik ve kirlilik meselesini tartıştıkları gibi bizler de giderek Hz. Davud’un (as) Betşeba Hz. Süleyman’ın (as) Belkıs validelerimizle evliliklerini, Hz. Süleyman’ın (as) ordusuna karşı hemcinslerini uyaran karıncanın cinsiyetini tartışır hale gelebiliriz.
Öte yandan aynı bilgilerin diğer bir kötülüğü, antikite düzeyinde bir Kudüs nostaljisinin üretilmesine, geçmişin şanlı tarihine şimdiki (ve gelecek) zamanda erişmenin imkansızlığını pekiştirerek dirilerde bir atalete neden olmasıdır.
İşte bu nedenle Kudüs’ün diriler için gündemde olması ve hatta onlar için bir Kudüs dirilişinin sürekli vurgulanması elzem hale gelmektedir.
Çünkü şimdi ve gelecek, geçmiştekilerin yaşadıklarına bakılarak, şimdi yaşayanlar ve (potansiyel olarak) gelecekte yaşayacaklar üzerine kurulur. Şimdiyi ve geleceği ıskalayan her anlatım, yeniden elde edilemeyecek bir geçmişin sürekli tekrarlanması nedeniyle, salt bir efsanenin konusu haline gelerek geçmişin ve şimdinin gerçekliğini ortadan kaldırabileceği gibi geleceğe de sadece büyük bir belirsizliğin miras bırakılmasına neden olabilecektir.
Bu bakımdan bizlerin Kudüs denildiğinde (onun nebevi tarihini bir an olsun akıldan uzak tutmaksızın) yeni bir milat üzerinden yürümeyi hedeflememiz gerekir.
Miraç bu manada ilk milattır. Hem öyle bir milat ki, Kudüs’ün Miraç’tan sonraki fetihlerinin ve işgallerinin doğru tarihi gerçeklerde sabit kalınarak konuşulacağı, bunların asıl nedenlerinin doğru konumlandırılacağı bir milat…
Buradan bakıldığında Allah’ın mübarek kıldığı bir belde olarak (el-İsra 17:1) Kudüs, bizler için, Beytü’l-Maksidi’nin, oraya Hz. Peygamber’in (sav) ayağının değmesi, orada secde etmesi ve oradan miraca yükselmesi nedeniyle harem haline gelmiştir. Müslümanlar Kudüs’ü bu nedenle İslam topraklarına dahil ettikleri gibi, Kudüs’ün sonraki zamanlarda saldırılara, kuşatmalara ve işgallere maruz kalmasının nedeni de budur.
Diğer bir ifadeyle dünden bugüne Kudüs Meselesi, Beytü’l-Makdis’in (haremin) emanetçisi olmamızla, İslam düşmanlarının bunun iptaline yönelik niyet ve teşebbüslerinden ibarettir.
Bu noktada Yahudilerle Hıristiyanların da yine kendilerine göre bir emanet esasından hareket ettikleri ileri sürülebilirse de, yüzlerce bilgi ve belgeyle ispatlandığı şekliyle, Kudüs’ün sadece ve sadece Müslümanların idaresindeki huzurlu yaşayışı emsal olarak alındığında, son (Müslümanlara mahsus) emanetin, önceki iki emaneti massettiği kendiliğinden anlaşılır hale gelecektir.
Öte yandan, 1967’den beri İsrail’in işgali altında bulunan Kudüs’ün, utanç duvarlarıyla Müslümanlardan tecrit edilmeye çalışılmasına, İsrail’in Hıristiyanlara iyi davranmasının siyasetten ve geçici bir durum olduğuna dair gerçekler göz önüne alındığında da söz konusu tez yine hükmünü yitirivermektedir.
Şimdi bizim Kudüs’ün (Miraç sonrası ve güncel) gerçeklerini, her dirinin duyacağı şekilde anlatmamız gerekmektedir.
Çünkü Kudüs mukaddes bir belde olarak hayata dahildir, hayatta olan ve olacak olan Müslümanların gündemine de daima dâhil olmalıdır.