Dinin sahibi kim? Sen misin?

İstanbul

28 Şubat’ın üzerinden belki bir belki iki yıl geçmişti. Üzerimizden geçen tankların dumanı daha ortalarda öylece duruyordu. İnsanlar birbirlerine selam vermekten çekiniyor, çocuklara konulan isimler gittikçe kimliksizleşiyor, bizimkilerin para ile ilişkilerinde yeni istikamet arayışları enteresan yerlere gidiyordu. Siyaseten çok şey konuşuluyor, yeni siyaset biçimimiz üzerine çokça söylev dinliyorduk. Çokça yaralıydık.

Mahallemizde bir cemaate mensup sevdiğimiz bazı isimler evlerini mahalledeki kadınlara açmışlardı sohbet maksatlı. Doğrusu bu ya, çokça rahatlamıştı mahalle sakinleri. Dini bir takım mevzular hakkında bilgilendiriliyor olmak, ilmihal derslerine iştirak etmek, bir ayet bir iki hadis dinlemek iyi geliyordu kadınlara.

Bir ortamda otururken, o sohbetlere katılmış olanlardan biri, kadınların giyim biçiminin nasıl olması gerektiği hususunda o evde anlatılanları anlatmaya başladı şaşırmış bir vaziyette. Aişe Validemiz sokağa çıkarken, çarşaf giyermiş dedi. Bir tek gözü açık kalacak şekilde yüzünü de örtermiş diye ekledi. Sırtına da kendisini kambur göstermek için bir yastık koyarmış diyerek dudak büktü. Gerçekten öyle olabilir mi diye sordu bana, olabilir dedim, Aişe Validemiz ancak bu örtünme biçimi ile Allah’a ibadet ettiğini düşünmüşse, olabilir. Peki, dedi. Sustuk sonra, başka konulara geçtik.

Saraybosna

2004 yılıydı. Mostar Köprüsünün açılışı vesilesi ile aile efradımla birlikte herhangi bir tura dâhil olmaksızın bir başımıza gitmiştik Bosna’ya. O tarihlerde iki ülke arasında tarifeli doğrudan uçuşlar henüz yoktu. İstanbul merkezli bir charter firması ile uçulabiliyordu. Saraybosna’ya indik, bir taksiye bindik. Başçarşı civarındaki en uygun pansiyon ya da otele bizi götürmesini istedik şoförden. Oraya git buraya git, boş oda yok. Öylece kalakaldık akşamın bir vaktinde. Gazi Hüsrev Bey Camii avlusunda akşam namazı sonrası otururken bir şey dikkatimizi çekti. İki kadın geldi. Namaz ile irtibat kurmamızı gerektirecek bir görüntüleri yoktu doğrusu. Ama yanılmışız işte. Çantalarından birer başörtüsü ve birer namaz eteği çıkardılar. Örtündüler, namazlarını kıldılar ve çıkıp gittiler. Cami avlusundaki büyükçe sütunlara yaslanmış öylece oturuyordum. Kendimi sorguladım o esnada. Çok şey değişti bende.

Lagos

10 yıl kadar evveldi. Uzun bir uçuşun akabinde indiğimiz Lagos Havalimanından bizi alan dostlarımızla birlikte yola düştük. Afrika’yı ilk kez görüyordum. Çok renkli, neşesini gizleyemeyen ama havasından hüznü koklayabildiğiniz, biraz karmaşa barındıran caddelerini, sokaklarını aşa aşa bir caminin önüne kadar geldik. Onca yolun yorgunluğu sonrasında abdest alacak olmanın verdiği tadı bilen bilir. Şadırvana oturdum, musluğu çevirdim, abdestimi aldım; kelimenin bütün anlamlarıyla huzur.

Tam kalkmak üzereyken şadırvanda hemen yanı başıma bir kadın geldi. Başında salınan örtüsünü omuzlarına indirdi, kollarını sıvadı, ayaklarına sarkan etek uçlarını biraz yukarıya çekti ve başladı abdest almaya. Doğrusu benim alışkın olmadığım bir durumdu bu. Neticede bir kadın erkekler için ayrıldığını sandığım şadırvanda abdest alıyordu. Etrafıma baktım, Nijeryalı Müslümanlar için bu durum oldukça olağan gibiydi. Kadın benden evvel davrandı, camiye yöneldi ve namaz için kendisine ayrılan kısma girdi.

Katmandu-Guski-Bairahawa-Biratnagar

Nijerya seyahatimin üzerinden takriben bir yıl geçmişti. Doha üzerinden Katmandu’ya uçtuk. Öyle sanıyorum ki, dünyanın en enteresan ülkelerinden birindeydim. Hayat nispeten yavaş akıyordu burada. Dünyada daha renkli bir yer olabileceğini hiç sanmıyorum. Nepalli Müslümanların mekânlarını ziyaret ettik seyahatimiz boyunca. Camilerine, medreselerine, hastanelerine, işyerlerine ve evlerine konuk olduk. İkram etmeyi çokça seviyorlardı. Hiç unutmuyorum, Bairahawa şehrinde bizi misafir edenler, Türklerin en çok sevdiği yemeğin ne olduğunu araştırmışlar, köfteyi bulmuşlar, tarifini almışlar, bir keçi keserek dünyanın en güzel köftesini pişirmişlerdi bizim için. Hepsinin siması gözümün önünde, çok özlüyorum ve hiçbirini unutamıyorum.

Nepal’de bulunduğumuz zaman boyunca neredeyse hep erkekleri ile muhatap olduk. Bir merhaba, bir hoş geldiniz bile diyen kadın olmadı. Sanki yoktular. Olsun, benim için bir sakıncası yok. Ama alışkın olduğumuz dışında bir kadın anlayışı ile karşı karşıya olduğumuz bir gerçekti. Sanki yoktular dedim ama gerçekte öyle değildi. Kendilerine ait alanlardan dışarıda olan biteni en ince ayrıntısına kadar izleyebiliyorlardı. Kim geldi, kaç kişi geldi, kim nerede oturuyor, kim için hangi tabak hazırlanmalı hepsine vakıftılar.

Şehirlerde Müslüman kadınlar yoktu belki ama neredeyse tüm Müslüman köylerinde kadınlar hayatın çok merkezindeydi. Şehirlerde, geleneklerinde var olan durumun biraz dışında bir yaşam üretilmişti aslında kadınlar için.

Niye yazdım bunları, şundan;

Bugün sabah twitterda Şavaş Barkçin’in bir twiti ile karşılaştım. Şöyle diyordu;

“Kim adam değildir?

“İslam demek ben demek, ben demek İslam demek” diye davranan”

Çok güzel.

İstanbul’daki sohbet evindeki ablamızı, Saraybosna’da namaza duran ‘açık’ kadınları, Nepal’de hiç görmediğimiz kadınları, Lagos’ta hemen yanı başımda abdeste duran kadını nereye koyacağız? Birini doğru kabul edersek diğerleri ne olacak?

Kimse yaşadığı şeyin adına ‘din budur’ demesin. Kimse kendisini dinin sahibi sanmasın. Böylesi durumlarda dinin sahibinin Allah olduğunu biliyor olmak rahat kılıyor insanı. Bütün mücadelemiz de ‘din yalnız Allah’a ait oluncaya kadar savaşmak’ olmalı değil midir? Dini tekeline alıp da ötekinin üzerine elindeki dinle çullanmaya sevdalanmış olanlardan beri olduğumuz bilinsin, o bize yeter bu karmaşık ortamda.

Şüphesiz en doğrusunu Allah bilir.