İslam ümmetinin yüz yüze bulunduğu sorunları doğru tespit etmek ve o sorunlarla ilgili sonuç getirici çözümler üretebilmek için, öncelikle son iki yüz elli yılda Batı medeniyeti karşısındaki yenilgilerimizin beraberinde getirdiği “başkalarını suçlayarak yazıklanma”dan ve dolayısıyla nostaljik tutumda ısrarın neden olduğu “arızalı (negatif) romantizm”den kurtulmayı ciddiyetle düşünsek ne olur?
Örneğin, tefessüh etmiş bir medeniyetin mensupları olarak, onun geçmişteki yüceliğiyle avunmamızın, düşmanlarının büyüklüğüyle orantılı mazeretler üretmemizin, gündelik yaşantımızda önemli bir karşılık da oluşturmadıkları halde, şanlı tablolarından bazılarını sürekli cilalamamızın; “biz büyük medeniyetin çocuklarıyız, o medeniyeti tekrar dirilteceğiz, ey düşmanlarımız bizden korkunuz ve titreyiniz” yollu entel kabadayılıklara baş vurmamızın fayda ve zararını sorgulasak neleri elde eder ya da nelerden yoksun kalırız?
Yine bu bağlamda, geçmişteki medeniyetimizi ihya etme, diriltme iddiamızdan, bu iddianın yol açıyor olabileceği muhtemel bir kibir tehlikesinden uzaklaşmayı denesek ne kazanırız ya da kaybederiz?
Kısaca, basitliğe düşmeksizin “sadelikte” ısrarlı olarak, dış(ımız)a kapanmaksızın, iç(imiz)i (özümüzü) sağlamlaştırmaya şiddetle ihtiyaç duyarak, asıl’dan (Allah ile kul ilişkisinden) başlatsak yürüyüşümüzü…
Medeniyeti örnek verdiğimize göre, onun üzerinden sürdürelim ilgili belirlemelerimizi ve arayışlarımızı:
Biz, ubudiyet (ibadet etme) şartıyla yaratılmış abd’iz (kuluz). Bağlandığımız din (şeriat) doğru kulluk edebilmemiz için va’z edilmiş bir dindir.
Bu sade hüküm ve inanış, kulluk maksadıyla din dairesine girmemizin, bizi aynı zamanda yaşadığımız dünyaya ilişkin özel (din merkezli) bir mevzilenmeye sevk ettiğini idrak etmemizin ve bunun gereklerini yerine getirmeye (iddia olarak değil, tabii bir hal olarak) yönelişimizin eşiğidir.
Çünkü, “Din teriminin birincil anlamları dörde indirgenebilir: 1-borçluluk, 2-teslimiyet, 3-muhakeme gücü, 4- fıtrat ya da istidat. (…)
Din mastarından türeyen ‘dâne’ fiili, ‘borç’la ilgili bazıları birbirine zıt çeşitli anlamların yanı sıra ‘borçlu olma’ anlamı taşır. İnsan kendisini borçlu durumda bulduğunda, yani ‘dâ’in’ olduğunda bundan, kendisini ‘boyun eğme’ ve ‘itaat etme’ anlamında borçla ilgili yasa ve kurallara ve keza ‘dâ’in’ olarak isimlendirilen alacaklıya tabi kıldığı sonucu çıkar. Ayrıca (…) borçlu kişinin ‘yükümlülük’ ya da ‘deyn’ altında olduğu ifade edilir. Borçlu ve yükümlülük altında olma hali, doğal olarak içinde bulunulan şartlar uyarınca ‘hüküm’ (deynûne) ve ‘mahkumiyete’ (idâne) sebep olur. ‘Dâne’ kelimesinde mündemiç olan zıt anlamlar dahil yukarıda saydığımız tüm anlamlar, ancak ‘müdûn’ ya da ‘medâin’le ifade edilen ‘kasaba’ ve ‘şehirlerde’, ticari hayatın varlığını gerektiren örgütlü toplumlarda uygulanabilir imkanlardır. Kasaba veya şehrin bir ‘hâkimi’, ‘yöneticisi’ ya da ‘vali’si yani ‘deyyân’ı vardır. Böylelikle, burada daha şimdiden sadece ‘dâne’ fiilinin çeşitli kullanımlarında, zihnimizde medenî hayata; yani kanun ve nizama, adalet ve otoriteye sahip toplumsal hayata dair bir tablonun ortaya çıktığını görüyoruz. Bu da en azından kavramsal olarak başka bir fiil olan ‘meddene’ ile ilişkili olup, şu anlamlara gelmektedir: ‘Şehir kurmak’ yahut ‘şehir inşa etmek’, medenileşmek, zarifleşmek ve insanileşmek.’
Sosyal kültürde ‘medeniyet’ ve ‘zarafet’ anlamına gelen ‘temeddün’ ise ‘meddene’den türeyen bir başka terimdir. Böylelikle, borçlu halde olmanın birincil anlamından, ‘küçük düşmek’, (bir efendiye) ‘hizmet etmek, köle olmak’ gibi diğer anlamları türetiriz. ‘Hâkim, yönetici ve vali’ anlamlarını içeren terimden de (deyyân), ‘kudretli, güçlü, kuvvetli olma; bir efendi yüksek rütbeli kişi ve şeref sahibi olma’; ayrıca (kararlaştırılmış bir zamanda) ‘hüküm, ceza, hesap’ gibi anlamlar türetilmiştir.
‘Din’ kavramından türetilen tüm bu anlamlarda aslen mevcut olan kanun ve nizama, adalet ve otoriteye, toplumsal kültürel zarafete ilişkin mefhumun bizatihi kendisi yankısını kanun ve düzende, adalet ve otoritede, toplumsal kültürel zarafette bulan şeyle tutarlılık araz eden bir tavrı, yani bütün bunlarla ilgili ‘normal’ görülen bir ‘hal’i veya davranış tarzını gerektirir. Öyle ki bu ‘varlık hali, mutad ve alışılmış’ bir haldir.
O halde bunlardan din kavramının ‘adet, alışkanlık, fıtrat’ veyahut ‘istidat’ şeklindeki diğer birincil anlamının türetilmesinin ardındaki mantığı görebiliriz.
Bu bağlamda, en temel anlamda ‘din’ kavramının aslında toplum meydana getirme, kanunlara boyun eğme ve adil yönetim arayışında olma konusundaki istidadını tam bir delaletle yansıttığı giderek açık hale gelir.
Gözümüzün önünde canlanmakta olan ‘din’ kavramında aslen mevcut olan bir ‘mülk’ yani bir ‘kozmopolis’ fikri, daha derin bir din anlayışı elde etmemizi sağlama konusunda çok önemlidir.” (S. Muhammed Nakib el-Attas, İslam Metafiziğine Prolegomena, çev.: İlker Kömbe, Küre Yayınları, İst., 2016)
Bunlardan hareketle ulaşacağınız nihai sonuç, medeniyet kurmanın, dine bağlanma fikrinde (kararında ve fiilinde) mündemiç olduğudur.
Diğer bir söyleyişle bu, “İslam ile Allah’a teslim oldum’ demek, “fıtratımdan ve istidadımdan dolayı medeniyet kurmaya (dindar olmaya) borçlandım” demektir.
İnsan borcunun yaygarasını yap(a)maz, sadece ve kendi azami sadeliği içinde borcunun gereğini yerine getirmeye çalışır. Haliyle, Müslüman olma çabasının, medeniyet kurma çabasına bitişik olması; medeniyet tesis etme niyetinin, Müslüman olma ve Müslümanca yaşama niyetine bitişik bulunması, konunun iki parçalı (din ve medeniyet ayrımlı) olarak ele alınmasına engeldir.
O halde, birbirlerine bitişik olan din – medine – medeniyet terimlerini, duygulu sızlanışlara, yenilgi ağıtlarına, entelektüel artistliklere, belagat oyunlarına karşı kapalı tutarak, kendi hakikatleri içinde anlamaya çalışmanın aslında Müslüman olmak ve Müslümanca yaşamak ‘davası’ndan ibaret olduğunu söyleyebiliriz.
Söz bu noktaya gelince, yazımızın ilk paragrafındaki sorunun cevabı da şu olur:
Müslüman olmanın ve Müslüman olarak yaşayıp da ölmenin değeri, her şeyin üstünde olur.