Afrika’da 60’lı ve 70’li yıllar devrim yıllarıdır. Sosyalizmin dünyada en popüler olduğu dönemlerdir aynı zamanda. Batı’da eğitim almış pek çok Afrikalının gündeminde ülkelerinin sömürgeciliğe karşı direnişi vardır. Bağımsızlığın yolu ancak ‘devrimle mümkündür’ anlayışına sahiptirler.
İngilizler, Fransızlar, Belçikalılar, Hollandalılar, Portekizler Afrika topraklarında sömürge imparatorlukları kurdular, kıtanın zenginliklerini Avrupa ve Amerika’ya taşıdılar. Bu yağmadan sömürgecilikten kurtulmanın tek yolunun devrimciliğe inanmaktan geçtiğini düşündüler.
Afrika devrimciliği belki entelektüel düzeyde kalsaydı, Afrika’nın kalkınmasına, sömürgecilikten kurtulmasına katkı sağlayacaktı. Fakat böyle olmadı, hemen hemen sosyalizmi benimsemiş tüm Afrika ülkelerinde, devrimcilik iktidarla birleşince tek parti yönetimlerini, yolsuzluğu, sömürgeciliğin farklı bir şekilde devamını getirdi.
Afrika’daki devrimciliğin en önde gelen liderlerinden biri Tanzanya’nın kurucusu Julius Nyerere’dir. Nyerere’nin devrimciliği sosyal eşitsizliği önlemeye, kendine güven duymaya ve kalkınmaya yönelik bir devrimcilik olup Tanzanya’nın bağımsızlığını ilk kazandığı yıllarda sosyal eşitlikçi bir politika uygulanmıştı. Fakat sonraki yıllar Nyerere, devrimciliği bir halk hareketinden bir parti hareketine dönüştürerek ‘halk için halk’ kavramından, ‘parti için halk’ kavramına geçti.
Nyerere’nin arada sırada radyodan yaptığı canlı konuşmalarında Batı sömürgeciliğini eleştirirken, İngiliz eğitim sistemini, Tanzanya’nın eğitim sistemi olarak kabul etmesi hiç sorgulanmamıştı. Devrimcilerin en kötü yanlarından biri de ömürlerinin sonlarına kadar devleti yalnız kendilerinin yönetebileceklerine inanmalarıydı. Bu miras Afrika devrimciliğinde, yer yer değişimler olsa da, halen geçerliliğini koruyan bir ilkedir. Eski bir devrimci asker olan Angola Devlet Başkanı Dos Santos, neredeyse 40 yıldır devleti yönetiyor.
Belki en hüzünlü ve romantik devrimci Ganalı Kwame Nkrumah’tı. Onun devrimciliği lokal bir devrimcilik olmayıp Afrika halklarının tamamına yönelikti. Çünkü Gana’da devrim başarıya ulaşsa bile, Afrika’nın genelinde gerçekleşmezse eksik bir devrimcilik olacaktı. Nkrumah’ın hatası, geleneksel Afrika halkının yaşantısının bu devrimcilikle pek alakasının olmadığını anlayamamasıydı.
Nkrumah’ın ikinci yanlışı 1964’de ülkenin tek parti tarafından yönetileceğini ve kendisini de ömür boyu devlet başkanı ilan etmesiydi. Güç sarhoşluğuna kapılan Nkrumah bir darbe ile devrileceğini öngöremedi. Devrimcilik ve iktidar farklı şeylerdi. 1960 öncesi konuşmalarının neredeyse tam tersini yapan Nkrumah’ın ömrü de iktidarı gibi kısa oldu ve devrildikten bir müddet sonra Romanya’da hayatını kaybetti.
Zambiya’nın devrimci lideri Kenneth Kaunda hala hayatta. Kendisini en son Güney Afrika efsanevi lideri Mandela’nın cenaze merasiminde yaptığı konuşmasında dinlemiştim. Devrimciliğe “hümanizm” efsaneleri ile başlayan devrimci liderlerden biriydi Kaunda. İktidarda olduğu dönemde başarısız bir ekonomik politika yürüttü. Ülkesini borç batağına sapladı. Konuşmaları insana heyecan veriyor fakat uygulamaları kendinden nefret ettiriyordu. İktidardan düşünceye kadar ülkesini demir yumrukla yönetmeyi sürdürdü, devrimciliğin bir ütopyadan ibaret olduğunu Zambiya halkına gösterdi.
Afrika devrimcileri içinde belki de en samimisi Eski Gine Devlet Başkanı Ahmed Sekou Toure’ydi. Kendini işçi davasına adamış bir liderdi. İşçilerin maaşlarına zam yapmayı devrimcilik sanıp ülkeyi tek bir adamla yönetmeyi bir beceri olarak gördü. Fakat unuttuğu bir şey vardı. Gine bir sanayi ülkesi değil, bir tarım ülkesiydi. Marx’ın söylediklerinin ülkesi için çok da anlamı yoktu. Gineli hiç bir Müslüman’ın başucu kitabı “Das Kapital” olmamıştı.
Kara kıta devrimciliği deyince Afrikalı Che’yi unutmamak gerekli. Eskiden Yukarı Volta olarak anılan bugünkü Burkina Faso’da 33 yaşındaki genç bir subay, Thomas Sankara darbe ile yönetimi el geçirdi.
O bir devrimciydi, hayatını Che’nin kitaplarını okuyarak geçirmiş, Bolivya ormanlarında, Küba’da yapılan devrimin bir gün kendi ülkesinde de yapılacağı hayalini kurmuştu. Bir grup askerle diktatör yönetimi devirerek Afrika’da de facto devrimi gerçekleştirmişti. Sankara’nın devrimciliği rasyonelliğe yakındı. Ülkesindeki sorunları görüyor ve o sorunların çözümünde diğer devrimci liderlerin tersine Fransa ve Amerika’ya sığınmıyordu. Devrimciliğin halkın özünden gelen bir gerçeklikle fiiliyata geçirilebileceğini düşünüyordu. İlk defa dış yardıma ülkesinin kapılarını kapattı. Dışardan gelen yardımların bir bedeli vardı ve bu bedeli her zaman halk ödüyordu.
Başarılı bir tarım reformu uyguladı, işçilerden çok çiftçilerin emeğine önem verdi. Sorunların çözümünü kendi ülkesinde aradı ve eğitimi mecbur hale getirdi. Fakat ülkenin Fransızca’dan gelen adı değişmesine rağmen, eğitim dili hala Fransızcaydı ve ülkede Fransız parası geçerliydi. 3 milyon Afrikalı çocuğu aşı yaptırdı. Hastaneleri herkese açarak sağlık hizmetlerini ücretsiz hale getirdi.
Nihayetinde Sankara’nın devrimciliği de semboller üzerinden yapılan bir devrimcilikti. En yakın arkadaşı, yoldaşı Blaise Compare tarafından devrildi ve bir süre sonra da öldürüldü. Sankara bugün hafızalarda romantik bir devrimci olarak kaldı daha ötesine geçemedi.
Bugün Afrika ülkelerine baktığımızda devrimciliğin Afrika’ya kalkınma, refah, sosyal adalet, eşit vatandaşlık getirmediğini görüyoruz. Bugünün sorunların temelinde erken gelen devrimciliğin bıraktığı sorunlar var. Yolsuzluk, devlet işlerinde çürüme, tek parti iktidarları, yaşlı liderler, kaynaklara rağmen az gelişmişlik, bunların hepsi devrimciliğin bıraktığı izler.
Bugün Afrika kapitalizmin tehdidi altında. Etnik çatışmalar, din savaşları, yolsuzluklar, istikrarsızlık, güvenlik sorunu giderek yayılıyor. Bu sorunların temelinde tabii ki sömürgeciliğin ve Batılıların etkisi var, fakat devrimcilerin devrimin daha çok kendilerine ait olduğunu sanmaları ve topluma bir baskı aracı olarak kullanmalarının etkisi daha büyük.
Afrika sömürgecilikle aşağılandı, devrimcilikle uyutuldu, kapitalizmle de aldatılıyor. Devrimciliğin miadı doldu ama onun kapitalizmle işbirliği hala devam ediyor…