Devekuşu sendromundan bölünmeye doğru: Doğu Kudüs

Şehir adı verilen toplu yerleşimlerin kristalleşmeye başladığı ilk günden beri, insanoğlunun bu yeni yerleşim birimlerini yönlere göre ayırdıkları bilinen bir şeydir.

Bu tarz ayrımların, giderek toplumsal (ekonomik) ve siyasal bir ayrımın adı olması ise modern zamanlara mahsustur.

Örneğin, yakın zamana kadar Doğu Berlin dendiğinde Komunizm kastedilirdi; halen Kuzey Tahran dendiğinde beyaz Perslerin mekan tuttukları yer kastedilir.

İstanbul’da gerçekleştirilen son İİT toplantısında, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın teklifiyle, İslam ülkelerinin Doğu Kudüs’ü Filistin’in başkenti olarak tanıdıklarını ilan etmeleri bu cümleden yeni bir siyasi ayrımın kristalleşmesine neden oldu.

“Kristalleşmesine” diyoruz çünkü, Doğu Kudüs ayrımı İngilizlerin Kudüs’ü işgal ettikleri 1917 yılından itibaren Hristiyanlar ve Yahudiler için kutsal, Müslümanlar içinse mübarek mekanların da içinde yer aldıkları Eski Kudüs’e karşılık olarak kullanılmıştır.

Belirtilen tarihten itibaren Müslüman, Yahudi ve Hristiyan cemaatleri arasındaki karşılıklı kabul (daha doğru bir kelimeyle, tahammül) Devekuşu Sendromu’na göre yürümüştür; gerçekte, cemaatler birbirinin varlıklarından memnun değillerdir ancak, hayatlarının Kudüs’te devam edebilmesi de sanki biri için öteki (ya da ötekiler) yokmuş gibi yaşamaları gerekmektedir.

Zaman içinde, Kudüslülere mahsus bir yaşama tarzı haline gelen bu “Devekuşu Sendromu”nu, Simon Sebag Montefiore, Yahudi yönetimine bir güzelleme olarak şöyle anlatmıştır:

“(Bu sabah) Haham Duvar’a doğru yürürken, Nüseybe Kilisesi’nin kapısını çalarken, Ensari Haram’ın kapısını açarken, Naci Kazaz 225 yıldır ailesine ait olan Bab el-Hadid sokağındaki evinden çıkıp eski Memluk sokaklarında yürüyerek Demir Kapı’dan geçip Haram’a giriyor. (…) Kazazlar, Memluk Sultanı Kayıtbay’dan beri, 500 yıldır el-Aksa’da müezzinlik yapmaktadırlar. (…) Şu anda Kudüs’te şafağın sökmesine bir saat var. Kubbetü’s-Sahra açık: Müslümanlar ibadet ediyor. Duvar açık: Yahudiler ibadet ediyor. Kutsal Kabir Kilisesi açık: Hristiyanlar ibadet ediyor.”

Montefiore’nin sanırım 2000’li yılların başında yazmış olduğu bu satırlardaki fiillerin bugünü ise şöyledir:

“Bu sabah Haham Duvar’a doğru yürürken, Nüseybe Kilisesinin kapısını çalabilmek için İsrail askerlerinin gelmesini beklerken, Ensari İsrail tarafından girişlere kapatılmış Haram’ın kapısı önünde boynu bükük beklerken, Naci Kazaz, dün bir Yahudi’nin satın almak için iki milyon dolar teklif ettiği, 225 yıldır ailesine ait olan Bab el-Haid sokağındaki evinde tutuklu kalıp, eski Memluk sokaklarında yürüyerek Demir Kapı’dan geçip Haram’e girebilmenin hayalini kurarken…”

Dolayısıyla İİT toplantısında, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Yahudilerin işgal ve ilhak sürecinde yerel halkta yerleşik hale gelen Doğu Kudüs tanımını siyaseten de ete kemiğe büründürmesi hem dilsel açıdan hem de siyasal teklif (çözüm önerisi) açısından tutarlıdır.

Çünkü İsrail Devleti’nin kurulduğu 1948 yılından, İsrail’in Kudüs’ü işgal ettiği 1967 yılına kadar, Ürdün tarafından yönetilen doğu bölgesi merkez sayılmış, İsrail’in işgalinden sonra da yine Ürdün’ün kendisine bağlı bir vakıf üzerinden söz konusu alandaki idari katkısının devam etmesi nedeniyle bu ayrım halk dilinde süreklileşmiştir.

Kudüs’teki İsrail işgali, 1980’de Knesset’in ( İsrail parlamentosunun) Kudüs’ü bir bütün olarak İsrail’in başkenti ilan etmesiyle açık bir ilhaka dönüşünce, Doğu Kudüs tanımı da ilk defa muhtemel bir paylaşım anlaşmasında kullanılabilir bir terim olarak tedavüle sokulmuştur. Diğer bir söyleyişle, zikrettiğimiz ilhak üzerinden atı alan Üsküdar’ı geçince, gerek Filistin yönetimi gerekse konuya taraf olan kurumlar (BM) ve ülkeler Doğu Kudüs tanımına tutunmak zorunda kalmışlardır.

Ürdün’ün, Kudüs’ün İsrail’in başkenti olmasını kabul etmemesine rağmen, 1988 yılında Kudüs ve Batı Şeria’daki haklarından İsrail lehine feragat etmesi üzerine, geçerliği zaten kağıttaki kaydından ibaret kalmış olan, BM’nin 29 Kasım 1947 tarihli Kudüs’e özel Corpus Seperatum kararı geçerliliğini tamamen yitirmiş, 1993 tarihli Oslo Anlaşması’yla Doğu Kudüs tanımı da yeni ve siyasi planla kalıcı bir mahiyet yüklenmiştir.

Dolayısıyla, bugün için “Doğu Kudüs Filistin’in başkenti olsun” demek Kudüs’te Devekuşu sendromundan çıkıp, bir ileriki aşamaya geçmek yani bölünmeyi kabul etmek demektir.

Elbette, Müslümanların gözünde Kudüs bir bütündür, bölünemez. Çünkü İsrail tarafından işgal edilen topraklar bir bütündür.

Ancak, Kudüs üzerinden Suudi Arabistan merkezli ve İngiliz güdümlü bir Arap ihanetinin somutlaştığı şu günde yeni bir satranç siyaseti de zorunlu hale gelmiştir.

Son emperyalist planın Mekke’nin ve Medine’nin işgalini de kapsıyor olması nedeniyle, potansiyel bir tecavüzün belli bir hatta taviz veriliyormuşçasına durdurulması esas;  bir kere engellenen şey, daima engellenmeye konu olacağından, Müslümanların reel politika düzeyinde aklı selim ve serinkanlı düşünmeleri, davranmaları ise evladır.