Derde göre derman, siyaha göre beyaz gibidir. Birinin varlığı diğerini zorunlu kılar.
Eğer İslamcılar içinde siyasetin ve bürokrasinin yollarında kaybolanlardan; Gezi eşkıya kalkışmasında ve Paralel yapının seçim ayarlı darbe girişiminde nesnellik adına susmayı seçenlerle, bunu şu ya da bu yöndeki sanatsal ve kültürel kimi tezkiyeleri kendileri adına bir fırsata dönüştürmek isteyenlerden; zihni donanımdaki yetersizlikleri İslamcı sıfatıyla kapatmaya çalışan uyanıklardan; medyada müstahkem bir yer edinmek adına kimliksiz, kişiliksiz liberallerle flört edenlerden söz edebiliyorsak, aynı zamanda dermanını aradığımız bir dizi dertten de söz ediyoruz demektir.
Bu bağlamda, hiç kimsenin kendisini bir diğerinden daha temiz (doğruya yakın) sayarak derdi kanıksamaya hakkı olmadığı gibi, devekuşu gibi başını kuma gömerek dertsizlikten dem vurmaya da hakkı yoktur.
Öte yandan bu tarz bir dert, toplumdan bağımsız, sadece islamcılığın kendi içinden ve özel (topluluk) şartlarından üreyen bir dert de değildir.
Modernizmin ve dolayısıyla kapitalizmin dayattığı değişmeye maruz kalan toplumlarda meydana gelen değişme, şu ya da bu oranda dindarı ve dolayısıyla onlar adına özel bir sorumlulukla düşünen ve eylemde bulunanları da kaçınılmaz olarak etkiler. Bu noktada fark, sadece düzey farkından ibarettir.
Bu manada dinin, uğrunda bireysel ya da siyasal mücadele verenler tarafından doğrudan maddi bir kazanımı da içkin hale getirilmesi mümkün olabildiği gibi, dinin iktidar ilişkilerinin bir nesnesine dönüştürülmesi de yine bu sonucu beraberinde getirebilecektir. Nitekim tarihler, bu tarz ilişkilerin örnekleriyle doludur.
Kendi zamanımızdan baktığımızda ise Müslümanların iktidarın dışına itilmelerinin hemen ardından, din ve düşünme özgürlüklerinin kısıtlanmasına yönelik kurumsal bir şiddete de maruz kaldıklarını, Batı güdümünde, modernizmi benimseyen yeni gücün (sistemin), dinin yapısını da kendi emelleri doğrultusunda değiştirmeye çalıştığını görüyoruz.
Örneğin 1923-1950 yılları arasındaki dönem Müslüman alimlerin öldürülmeleriyle, sürgün edilmeleriyle, mesleklerinin ellerinden alınmasıyla; Kur’an’ın ve diğer dini kitapların yakılmasıyla, dini eğitim ve öğretimin, ibadet dilinin yasaklanmasıyla, dilin ve kıyafetin değiştirilmesiyle, kütüphanelerin ve arşivlerin yağmalanmasıyla… tarihe geçmiş bir dönemdir.
Menderes ve Özal iktidarlarının din ve düşünce özgürlüğünün yeniden elde edilmesi umuduyla heyecanla karşılanması, desteklenmesi; AK Parti iktidarının Kemalist sistemin neden olduğu manevi tahribatı durdurma, giderme, sistemi devletle milletin barışması yönünde yeniden yapılandırma beklentisiyle benimsenmesi bu manada ayrı ayrı incelenmesi gereken oluşumlardır.
AK Parti’nin ilk ikisine göre söz konusu beklentiler ve ilişkiler planında İslamcı bir çizgide görünmesinin nedeni, başta Erdoğan’ın gerek ailesi ve eğitimi yoluyla kazandığı kimlikle, gerekse içinden yetiştiği siyasi hareketle birebir bağlantılıdır.
Kurduğu parti, rejimin bir partisi olsa da yol arkadaşlarını kendi kimliğinden olanlardan seçmiş, kadrosunu mümin, mütedeyyin kişilerden oluşturmuştur.
Dolayısıyla Erdoğan ve ekibinin elde ettiği siyasi başarı da Müslümanların başarısı olarak görülmüş ve bu manada yukarıda zikrettiğimiz İslamcı görünümlü muhtelif anlayışlara da amaçları doğrultusunda kendilerini göstermeleri bakımından gün doğmuştur.
Bu bakımdan, bugün İslamcılığın dertleri bağlamında konuştuğumuz ve konuşabileceğimiz her sorunun derin bir geçmişi bulunmakta olup, günümüz İslamcılarına mal edilmeye çalışan her olumsuzluğun da bireysel algılar, anlayışlar ve beklentiler yönünden farklı bir durumu ortaya çıkmaktadır.
Örneğin, geçmişte bu iktidara erişilebilmesi için çokça cihat ettiğini düşünen ve nihayet uzun uğraşlardan sonra belediyelerden birinin imar departmanında iş bulan birinin, ganimeti paylaşma aşamasına gelindiğini düşünerek rüşvete tevessül etmesi ya da bakanlığı döneminde dosdoğru bir çalışma yürüttüğüne ancak gereksiz yere görevden alındığına (ya da tekrar bakan olarak seçilmediğine) inanan bir siyasinin ihale takipçisine dönüşmesi bu cümleden durumlardır.
Bir de özel kanaat ve yönelişlere bağlı olan bu durumların, varlıkları tümüyle menfaat ilişkisi üzerine şekillenmiş ancak iktidardan umduklarını elde edememiş kimi örgütler (örneğin Fethullah Gülen grubu) tarafından çok büyük bir abartıyla ve genelleştirilerek kullanılmasıyla, konu daha da karmaşıklaşmış, farklı boyutlara kaymıştır.
Haliyle İslamcılığa ilişkin, şimdi dert olarak tartışılan şeylerin ne kadarı bizzat onun derdidir bu net olarak bilinemediği için, dermanın bulunması konusunda da net bir yönelişin ortaya çıkması hemen mümkün olmamaktadır.
Bu bakımdan, İslamcılar arasındaki yukarıda da zikrettiğimiz ayrımlar, sınıflandırmalar (doğrudan rüşvetle, yolsuzlukla ilgili olanları hariç) henüz İslamcılık merkezli bir ayıklama çabasının konusu olamaz.
Ne zaman ki, kimlerin seçimlerini uhrevi ve dünyevi yönden yaptıkları, kimlerin çabalarını din ve millet ile kendi bireysel menfaatleri yönünden sürdürdükleri aşikar olarak ortaya çıkar, ancak o zaman İslamcılığın, sahih esaslar üzerinden yeniden temellendirilmesi yoluna gidilebilir.
Çünkü derdin varlığı kesindir ancak mevcut şartlarda dini, sosyal ve ekonomik boyutlarıyla ciddi araştırmalar yapılmadığından dermanın mahiyeti ve formu meşkuktur.
Şüpheleri açıklığa kavuşturulmayan bir konu, nasıl bir çözüme muhatap olursa olsun şaibeden kurtarılamaz.