Edebiyat tarihimizin tatlı sürprizlerinden biri olan, Filibeli Ahmed Hilmi’nin yazdığı A’mak-ı Hayal’deki adamımız Raci, kitabın başlarında, bizi boğuştuğu inanç krizinin içindeyken karşılar. Uzun on dokuzuncu yüzyılda yazılmış romanların birinde kaybolup ötekinde görünen bu Racigiller, amatör filozoflukları, amatör bilginlikleri, daha da amatör olan alafrangalıklarıyla bana hep naif görünmüşlerdir. Bu naif görünümlerini pekiştiren şeylerden biri de, onların inançtan inançsızlığa savrulmalarının dini saiklerle olmaktan ziyade, çoğu kez psikolojik saiklerle cereyan ettiği hissini yaymalarıdır: Bu sebeple, mıymıntı ve mundar doğuya galebe çalan güçlü ve ışıklı batının aldığı gözlerinde beliren geçici körlük, bir süre sonra hakikaten kör oldukları inancına yol açmıştır.
Bu durumun bana hatırlattığı gerçek bir olay var: 2015 yılında, B.T. isimli bir Alman kadına, çoklu kişilik bozukluğu teşhisi konmuş. On kadar olan bu kişilikleri arasında geçişler yapıyor ve böylece kendisini bazen bir Alman kadın, bazen de bir delikanlı sanıyormuş. Bu kişiliklerinden bazılarında kendisini kör zannediyor ama işin ilginç yanı hakikaten de kör oluyormuş. Kadının doktorları (Hans Strasburger ve Bruno Waldvogel) durumu araştırmak isteyince, kadının sağlık geçmişinde gerçekten körlüğünü kanıtlayan testler, lazer uygulamaları vs bulurlar. Ama yine doktorlar, B.T.’nin erkek kişiliklerden birini yaşadığı bir gün onun bir dergi kapağını okuyabildiğini görürler. Hemen EEG testi yapıldı. Gözleri açıkken beyin hareketleri incelenir ama beyninde gördüğüne dair bir tepki yoktur. Doktorların ulaştığı sonuç şu: Kör olmayı isteyebilir ve kör olduğuna inanabilirsin. Bu da bazen beynin görüntüyü işleme mekanizmasını bozabilir. Çok acayip değil mi?
Raci, aslında benzerlerinden bir miktar farklı. Kendisini materyalist felsefe içinde de tamamen rahat hissetmiyor. Onun bütünüyle inançsız, tamamen inkarcı olma sınırına erişerek bulabileceği bir huzur da yok. Böylece, kendi tabiriyle, garip bir karışıma dönüşüyor: “Küfür ile imândan, ikrâr ile inkârdan, tasdik ile reybden [kuşkudan] mürekkep [oluşan] bir şey” oluyor.
Raci’nin inkar yönüne yeterince cüretkarca atılmasına mani olan şey onda kökleşmiş bir inanç olmalı. O buna “hiss-i dinî” diyor: “Mütedeyyine ve pek iyi bir validenin ihtimâm-ı tâmmiyle [tam özenli bakım] geçen çocukluğum, bende sökülmez bir hiss-i dinî [din duygusu] ve yıkılmaz bir düstûr-ı ahlâkî [ahlak kuralları] bırakmıştı”
Raci şunu demeye getiriyor: Dindar, iyi kalpli, sevecen bir annenin özenli terbiyesini aldım. Bendeki dinî hissiyatı sökmek istesem de, “içimdeki anne” buna mani oluyor.
Bu, bir.
Raci’nin yaşadığı inanç krizini idarede psikolojik saiklerin üstün rol üstlenmiş olması, onu ruhçu ve maneviyatçı (siz buna New Age, mistik ya da spritüalist diyebilirsiniz) kesimlere yaklaştırmasından belli. Yani Raci, inanmaktan kaçamıyor ve sanırım hakikaten de inanmak istiyor ama köhne ve yorgun bir inanç dizgesine değil, daha modern, daha “havalı”, daha “Batılı” bir şeye. Bu sebeple arayışı onu, ruh çağırma gibi işlerle meşgul spritüalistlerin “ispirit cemiyeti”ne (ruhçu dernek) ya da telkin ve hipnoz gibi yine spritüalist merakları olan zümrelere götürse de bunlar onu kesmiyor, derdine derman olmuyor.
E bizim maneviyatımız, ruh eğitimimiz, tasavvufumuz var be kuzum Raci, oralara gitsene, diyebilirsiniz. Raci, zeki, iyi eğitim almış, zevkli ve uyanık bir genç. Bu seçenek onun da aklına geliyor ve tasavvuf ehlinden, salih ve faziletli kimselerle de görüşüyor. Ne var ki onlardan da bir şey çıkmıyor. Çünkü -burası önemli- onların bilgisi de, Raci’nin ifadesiyle, insanlığın çocukluk evresine ait hayaller ve uydurma hikâyelerden ibaret çıkıyor, haliyle Raci’yi ikna etmeye yetmiyor.
Bu da iki.
Raci’nin bu tespitinin çok önemli ve hala geçerli olduğunu düşünüyorum.
Gençlik ve deizm tartışmalarının daha sıklıkla yapıldığı şu günlerde, Raci dersinden alacağımız şeyler var:
Annelerimiz/babalarımız çocuklarının içlerine, onları hayatları boyunca çekip çevirecek bir “hiss-i dinî”, bir “düstîr-ı ahlâkî” yani bir pusula koyabilirler. Ama yeterince derine, itinayla ve mutlaka sevecenlikle, dostça gömülmüş olmak şartıyla.
İkincisi ve hikayeye asıl rengini veren ise, şehirli, eğitimli, modern bir Raci’nin, krizini aşmak için yöneldiği yerli ve aşina seçenekler (hocalar, şeyhler, alimler vb) onu ikna edecek dil ve üslubu yaratabilmiş, onu yakalayacak sesi ve havayı bulabilmiş değiller. Derinlikten yoksun, dönemin ruhunu sezmekten uzak, belki daha hüzün verici olanı tekrarcı ve konformistler.
Kötü senaryo ise şudur: Anne-baba çocukta bu nüveyi oluşturamaz; hocalar üslup ve stil engelleri sebebiyle çocuğa ulaşamaz.
İşte o vakit, buyurun çocuk için cenaze namazına.
(Yazıda kullandığım neşrin künyesi: Filibeli Ahmed Hilmi, A’mâk-ı Hayâl, Haz. N. Ahmet Özalp, Büyüyen Ay yayınları, İstanbul 2013)