“Politika bir toplumda değerlerin otoriteye dayanılarak bölüştürülmesi sürecidir” diye bir cümlesi var Kanadalı siyaset bilimci David Easten’ın. Bu cümleye bakacak olursak siyaset biliminin ilgi alanına giren tüm unsurların (insan, halk, toplum, kimlikler, devletler, devletlerden müteşekkil birlikler, uluslararası siyaset arenasının tüm öğeleri vs.) mücadelelerini belirleyen esas unsurun ‘bölüştürme’ mevzuu olduğunu söyleyebiliriz.
Bunu söylerken öyle aman aman bir yanlış yapmış da sayılmayız. Bunu doğal olarak böyle kabul eder bugünün siyaset bilimcileri. Bu yüzden olsa gerek, dünya coğrafyasının herhangi bir yerinde çıkan kavgaya bakan herhangi bir kişi, “acaba orada hangi doğal kaynaklar var da bu kavga kopuyor” diye sorar evvela. Petrol gelir akla, altın rezervleri, doğalgaz yataklarının miktarlarına dem vurulur, kıymetli madenlerin analizleri yapılır filan. Özetle söyleyecek olursak, bugünün dünyasında ‘değer’ dediğimiz şeyin ölçüsü olarak karşımıza çıkan materyal paradır. Bana göre bu bakış açısı doğru olmakla beraber eksik bir bakış açısıdır.
Oysa ‘değer’ dediğimiz şey daha geniş bir kavramdır ve genişleyebildiği, genişletilebildiği, geniş ele alınabildiği ölçüde insana yakışır bir hal almaktadır. Sadece maddi zenginliğe, değerli madenlere, paraya ve dolayısıyla ekonomik bir tabire indirgenmiş olan değer kavramı elbette ki ‘homo economicus’ yaklaşımını da beraberinde getirecektir.
Batılılar uzun yüzyıllar boyunca geliştiregeldikleri sistemin temel örgülerini kurarken bazı ön kabullerden yola çıkarlar. “İnsan insanın kurdudur” anlayışı ve iktisat biliminin ilk cümlesinin içine de özenle yerleştirilmiş olan ‘kaynakların kıt’, ‘ihtiyaçların sınırsız’ olduğu varsayımları bu ön kabullerden bazılarıdır. Sadece bu iki örnekten bile yola çıkacak olursak –ki bu örnekler günümüz dünyasının siyaset ve ekonomi dünyasının belirleyicileri konumundadır- bölüşüm probleminin temellerine ulaşmış oluruz. İnsan insanın kurdu olduğu, kaynakların kıt, ihtiyaçların sınırsız olduğu bir dünyada elbette bir ‘bölüşüm’ kavgası olacaktır ve son derece normaldir. İşte bizi öldüren de bu normalliktir.
Bu doğal kavga halini ortadan kaldırmanın yolu olarak bulunan tek merci devlet mekanizması olmuştur. Kıt olan kaynağa sınırsız ihtiyaçlarının hayvani baskısıyla koşan insanın, aynı hedefteki bir diğer insan ile arasındaki kuvvetle muhtemel ‘bölüşüm’ kavgasının önüne geçebilmenin ancak ve ancak egemenliği, otoritesi asla tartışılamayacak olan devletle geçilebileceği inancı siyaset mekanizmasına da yön vermiştir. Öyle ya, ‘homo economicus’ olan insan, ekonomik faaliyetlerinin bir gereği olarak kavga edecekse, kendisinde doğuştan var olan bu kavga etme hakkını görünmez bir sözleşme ile kendi adına kullanması için devlet mekanizmasına devretmelidir.
Devletlerin soğuk bulduğumuz yüzlerinin ardında böyle bir arka plan vardır. İnsanı tanımlamayla başlayıp devam eden sorunlu bakış açısı netice itibarı ile ‘gayri insani’ devlet yapısını ortaya çıkarmıştır.
Bugünün dünyasında, sorunlu ve eksik şekliyle üzerinde mutabık kalınan ‘değer’ kavramının bölüşümünü, kendi insanı için, tam anlamıyla mükemmel bir biçimde karşılayan devletler var olsalar da o devletlerin yüzlerinin soğukluğunu görürüz.
Bunun sebebi ‘değer’ kavramına yüklenen anlamda gizlidir.
Öyle bir zamandayız, öyle bir eşikte duruyoruz ki, dünyaya meydan okumalarımızın altını zihni olarak doldurabilsek sanki bambaşka bir dünyaya yelken açmış olacağız gibi geliyor bana. Batıl zaviyesinden baktığınızda insanlık tarihi boyunca, ama bugünkü mantaliteyi daha iyi izah etmesi açısından ifade edecek olursak, modern devlet yapılarının kurulduğu zamandan bu yana ‘bölüşüm’ üzerinden yürüyen kavganın bundan sonraki dönemlerde ‘değer’ üzerinden, ‘değere yüklenen anlam’ üzerinden yapılacağını düşünüyorum.
Dikkat edecek olursanız, uluslararası alanda ‘insani’ anlamda atılmış olan tüm adımlarımız ‘değer’ ölçüsünü maddeye endekslemiş olanlar tarafından engellenmeye çalışıyor.
Oysa biz insanın bir diğer insanın yurdu olduğuna inanmak isteyenleriz. Kaynakların kıt olmadığını, her şeyi yaratan Rabbimizin yaratmaya devam ettiğini biliyoruz. Arzı, arşı ve ikisinin arasındakileri yaratmış olanın ikram etmeyi sevdiğinden hiç kuşku etmiyoruz. İhtiyaçlarımızın sınırlı olduğunu, aşırıya gitmemizin, haddi aşmamızın yasak olduğunu, nefsimizi gerektiğinde sigaya çekmemiz gerektiğini iyi biliyoruz.
Potansiyel olarak, bu zihin dünyasının üretmesi kuvvetle muhtemel dünya ile elbette var olan dünyanın bir problemi olacaktır.