Düğün ve cenaze. Bence bu ikisi bir toplumun nereden nereye doğru gittiğini göstermeye yeter. Sair zamanlarda yüzeye vurmayan bir insanlık durumuyla, çok mutlu ve çok kederli bu iki günde rastlaşabiliriz. Çünkü taşırmanın, taşkınlaşmanın kıyılarında gezinirken, kendimizi pek az gizleriz.
Gelenek bize, her iki istisnai süreçte, ölçülü davranabilmenin yollarını döşemiş. Daha da önemlisi, her iki sürecin bireysel ve toplumsal yarara dönüşebilmesini, böylece neşenin ve kederin paylaşılmasını kolaylaştırmış.
Bunlar üzerine düşünüyorum. Çünkü peş peşe iki ayrı düğüne katıldım. Bunlardan biri küçük bir Anadolu şehrinde, diğeri İstanbul’daydı.
Her iki düğünün en çok yemek faslını düşündürücü buldum. İlkinde, sokağa kurulmuş sofralar vardı. Üç büyük kazandaki üç çeşit yemek tanıdık, mütevazı ve bizdendi. Şıklık yarışında olmayan konuklar candan karşılanıyor, oradan geçivermekte olanlar içten buyur ediliyordu.
Üç dört saat süren yemek boyunca en az üç tane meczup saydım. Ceplerine para sıkıştıranlar oldu, ufak ufak takılanlar, kızdırmaya çalışırken azarlananlar. Ama onlar herhangi bir kısıtlamaya uğramadan, düğün ortamının merkezinde, ölçüsüzce davranma hakkına sahiptiler. Düğün sahiplerinin onlara gösterdikleri özen için neredeyse abartılı diyeceğim. Düğünün ağır konukları, kodamanları, hatırlı şahsiyetleri onlarmış gibi davranıyorlardı.
Bu meczuplar bu düğünü nereden duyup gelmişlerdi, bilinmez. Ama onların oradaki varlıklarından duyulan memnuniyet bana çocukluğumda katıldığım bir başka merasimi, bir yağmur duası merasimini hatırlattı:
Yağmur duası merasimi ilçenin mezarlığında yapılmıştı. Mezarlığın bir köşesinde yine kazanlarda yemekler hatırlıyorum. Yağmur duası yapılacağını duyuran belediye anonsu, sıcak ve kuru öğle vaktinde, taburelerinde uyuklayan esnafı dükkânlarından, kovuklarından mezarlığa doğru çekti çıkardı. Büyüklerin dünyasına özgü bu tür ciddi merasimlerde çocuklara pek yer bulunmaz. Ama bu kez çocuk kalabalığı göze çarpıyordu. Çocuklar mı sadece? Hayvanlar da vardı. Yağmur duası yapıldı. Duayı yapan müftü efendinin sesine hayvanların sesleri, sabi ağlayışları karışıyordu. Çocuklar da, hayvanlar da oraya, göğün rahmetini uyandırabilecek, yere çekebilecek günahsız, masum ağızlar olarak getirilmişti. Bu hengâmeye arada bir ilçenin namlı meczuplarının sesleri karışıyordu. Remzi’nin halleri zaten bir garipti. Kadiri tarikatından olan ailesinin ona dair anlattıklarından, onun meczub-u ilahi denilen türden, hürmet uyandıran bir veli gibi karşılandığını hatırlıyorum. Cerbezeli, az işittiği için bağırıp çağıran, mitinglerde politikacılara çıkışan, dergâhta cehri zikre karışan bir tatlı meczup. Onun dua esnasındaki naralarına, başka meczupların biçimsiz sesleri karıştıkça biz çocuklar kikirdeşiyor, babalarımız da ciddiyetlerini bozmadan durumu tebessümle geçiştiriyorlardı.
Meczuplar böyledir. Sevildiklerini anladıkları yere üşüşürler ve oraya rahmeti, kalp yumuşamasını ve sevecenliği getirirler. Yüzleri güldürürler, ibrete vesile olurlar. Yağmur duasında olduğu gibi, bu düğünde de öyleydiler.
Diğer düğündeyse belediyenin bir köşkündeydik. Arabasız çıkılamayacak bir tepede, güvenlik görevlilerinin önünden, şıklıkta yarışan konuklar olarak geçtik. Hepimiz, davetiyedeki lcv (Lütfen cevap veriniz) talimatına uyarak geleceğimizi bildirmiştik. Beklenmedik konuğa, yoldan geçene, meczubâna yer yoktu. Muhafazakâr, Anadolu kökenli bir ailenin düğünüydü ama menünün Anadolu’yla herhangi bir alakası yoktu. O kadar ki, Anadolu’dan gelmiş bazı akrabalar, tabaklarındaki ilginç nesneleri ve sebzeleri (mesela Brüksel lahanasını) çatallarının ucuyla iterek, bir böceği, bir gök taşını inceler gibi inceliyorlardı. Tabaklar onların önüne dolu gelip dolu gidiyordu. Üç yüz konuktuk. Ama muhakkak Anadolu’daki o iki bin kişinin katıldığı ve bir güzel doyduğu düğünden daha pahalıya çıkmıştı. Bize dair, bize ait, bizi anlatan pek az şeyin bulunduğu, hibrid, biçimsiz bir merasimin içinde ilerliyorduk.
Şimdi işin püf noktasına geliyoruz. Bu düğünlerden hangisi daha bizden ya da hadi o yanlış sıfatla sorayım, daha “İslami”? Köşkteki düğün, haremlik-selamlık düzeniyle, merasimin başına kondurulmuş Kur’an tilavetiyle ve yemek esnasında konuşmaların arasında boğulan ilahileriyle “İslami” sayılmaya daha yakın görünüyor. Ama sadece görünüyor. Oysa diğer düğün ahîliğini, tevazuunu, cömertliğini, kuşatıcılığını, iğreti bir makyajdan değil, geleneğin ruhundan alıyor. Bu sebeple, kapısındaki davul-zurna tertibatı da, köşk düğününde yemek yerken dinlediğimiz ironik “Neyleyeyim dünyayı” ilahisinden daha İslami durabiliyor.