Uzunca bir zamandan beridir çok yönlü ve sıradan bir devleti yok edebilecek boyutlarda büyük bir saldırıya maruz kalıyoruz.
Faillere bakınca şöyle bir tablo ile karşılaşıyoruz;
Saldırı nöbetlerini sırayla devralan icracı terör örgütleri, büyük plan tahtasında hangi fay hatlarının harekete geçirilmesi gerektiği üzerine uzun uzadıya çalışmış ve ona göre icracı terör örgütlerine istikamet veren istihbarat örgütleri, iktisadi alanda sürdürülebilirliği sürekli tehdit eden ve bu yönüyle düşünüldüğünde sermayeyi bir nevi terör unsuru olarak kullanan akıl sahipleri, her bir saldırı sonrasında takındıkları ötekileştirici tavırla teröre hizmet eden meşhur devletler, olan biten karşısında değirmenine su taşımak maksadıyla kutuplaştırıcı ne kadar ezber cümle varsa ellerini ovuşturup, ağız suyunu akıtarak kuran siyasetçiler, sivil toplum kuruluşları, kanaat önderleri ve gazeteciler…
Saldırı nöbetlerini sırayla devralan icracı terör örgütleri ifadesini şu iki manada kullanıyorum; birincisi, terör örgütlerinin Türkiye operasyonlarında sırayla devreye alınması hususu. 2013 Haziran Gezi Olayları ile üretilen terörize edilmiş bir taban, 17-25 Aralık darbe girişimi süreci ile birlikte FETÖ, 6-7 Ekim 2014 olayları ile PKK, 6 Ocak 2015 Sultanahmet Polis Karakolu’na intihar saldırısıyla Türkiye’deki ilk terör operasyonunu yapan DAEŞ; 31 Mart 2015 Savcı Mehmet Selim Kiraz’ın şehit edilmesi olayında DHKP-C saldırıları sırayla devreye alınan organizasyonlara işaret etmektedir. İkinci husus ise şudur; Bu terör örgütleri bugün gerçekleştirmekte oldukları eylemleri birbirlerinin kuyruğuna basmaksızın ve belli fay hatlarını gözeterek ‘sırayla’ gerçekleştirmeleri hususudur.
Şimdi yukarıda tarihleri verilen terör olaylarına baktığımızda ‘hangisinin bir diğerinden bağımsız olduğunu söylememiz mümkündür’ sorusu aklımıza düşmektedir.
Hatırlamakta fayda var;
DAEŞ Suriye’de, Kobani’de Kürtlere operasyona başladığında çözüm sürecinin artık bittiğini 23 Eylül 2014 tarihi itibarıyla ilan eden Murat Karayılan’dır. Türkiye’de çözüm için masadasınız ve bir başka ülkenin bir başka kentinde üstelik Türkiye ile hiçbir bağı olmayan DAEŞ tarafından organize edilen bir saldırının neticesi olarak masadan kalkıyorsunuz. Bu hayli ilginç bir davranış biçimidir.
Nitekim biraz daha geriye giderek MİT tırları operasyonu ile yapılmak istenene baktığımızda Türkiye ile DAEŞ arasında organik bağ kurma girişimlerinin hangi safhaya ulaştığı da görülmüş olacaktır.
Sonrasındaki süreçte DAEŞ’in Sultanahmet’teki ilk eylemi ve akabinde Şanlıurfa’nın Suruç ilçesinde gerçekleştirdiği canlı bomba terörü Türkiye’deki süreci bir başka boyuta taşımıştı.
Savcı Kiraz’ın şehit edildiği Çağlayan Adliyesi saldırısı sonrasında Gezi Olayları ile hazır hale getirilmiş bir tabanın olayı sahipleniş ve sunuş biçimi bugün halen geçerliliğini korumaktadır.
Ve tarihler 15 Temmuz’u gösterdiğinde FETÖ tarafından koordine edilen işgal girişimi bütün bu hazırlıkların nihai noktası olarak öngörülmekteydi. Lakin beklenmedik bir şey oldu ve halk çıplak elleriyle bi’ dünya beklentiyi boşa çıkarmış oldu.
Peki, halkın olaylara bu şekilde ‘el koyması’ her şeyin sona erdiği anlamına mı geliyordu? Bugünün tablosuna baktığımızda yine aynı örgütlerin aldıkları yeni pozisyonlarla zaman aralıklarını kısalttıkları daha kanlı operasyonları bize hiçbir şeyin sona ermediğini göstermektedir.
Çok uzaklarda değil, daha şunun şurasında birkaç yıl evvel işittiğimiz ‘darbe mekaniği’ ifadesini ilk olarak kavramsallaştıran kişi öyle sanıyorum ki Abdullah Öcalan idi. HDP mahfilleri ve kendisine ihale edilmiş pozisyonun gereği olarak HDP’nin aldığı rolü canhıraş bir şekilde destekleyen o tuhaf yelpazede konumlanan entelektüel isimler tarafından bu kavram daha sık kullanılır hale geldi bugün.
Reina saldırısı sonrasının hemen akabinde Diyanet’in hazırladığı hutbe içeriğinden, bir takım münferit Noel/Yılbaşı beyanatlarından yola çıkarak işi ‘yaşam tarzına müdahale’ bağlamında değerlendiren CHP, TÜSİAD gibi yapıların yanı sıra geziden bu yana hazırlanan tabanın okuma biçimleri yine bir başka fay hattına yönelik olarak alınan aksiyonlara işaret etmekteydi.
İzmir’de adliyeye yönelik olarak tasarlanan fakat kahraman polisimiz şehit Fethi Sekin’in canı pahasına engellenen saldırı sonrasında devreye alınan, gerçek midir sahte midir bilinmez, ‘başörtülü’ bir sosyal medya kullanıcısının ‘neden hiç İzmir’de patlama olmuyor?’ şeklindeki paylaşımı son derece dikkat çekicidir.
Şimdi bütün bu hadiseleri birbirinden bağımsızmış gibi değerlendirip adeta kaotik bir okumaya yeltenenler fena halde yanılıyorlar. 2013 Haziran’ından bu yana yaşadığımız tüm terör faaliyetleri aynı karar mekanizmasının tasarımlarıdır. Dokunduğu sinir uçları itibarıyla düşündüğümüzde her birinin rolü birbirinden bağımsız değil aksine birbirinin tamamlayıcısı eylemlerdir.
Öyleyse ortada bir kaotik durum yoktur. Bu sürecin iyi yönetilmesi tamamen toplumun elindedir. Geçtiğimiz Cuma günü yaptığımız sokak röportajında sokağa, yaşananlarla nasıl mücadele edilebileceğini sorduğumuzda aldığımız cevapların tamamı birlik ve beraberliğe işaret ediyordu. Yani, bölünmesi, parçalanması arzu edilen, birbirine düşmesi, birbirini kırması beklenen halk olan bitenin farkında. Olayları –hadi iyi niyetle söyleyeyim- bir türlü okuyamayanlar ise toplumun önünde olduklarını düşünen seçkinler tayfası.
Darbe mekaniği işliyor diye el ovuşturanlar fena halde yanılıyorlar. Başaramayacaklar. Biiznillah.