31 Mayıs’ın ilk saatleriydi. Mavi Marmara vurulmuştu. Bütün geceyi İHH’nın Fatih’teki merkezinde geçirmiş ve o gün tayin olduğum Yalova’ya oradan geçmiştim. İnanılmaz bir gündü. O günü Mavi Marmara merkezli olarak şöyle hatırlıyorum; müşterilerimizin, personelimin, medyadakilerin, feribottakilerin, trafikte yol katetmeye çalışanların, kısaca herkesin gündeminde Mavi Marmara vardı. İnsanımızın neredeyse tamamının ilk günkü kanaatleri birbirlerine çok benziyordu; İsrail alçaktı, İsrail’e haddi bildirilmeliydi, bu bir savaş ilanıydı vs. Özellikle not aldığım bir hususu da aktarayım; bu cümleleri kuranlar arasında henüz abileri tarafından bilgilendirilmemiş Fethullahçılar da vardı.
Takip eden günlerde Fethullahçıların sohbet zamanı geldi. Ve olaylar gelişti… Sohbet evlerini bilenler bilir, bilenler için bir hatırlatma, bilmeyenler için bir bilgilendirme olsun şimdi söyleyeceklerim.
Sohbetin yapılacağı eve ilk girildiğinde tanıdıklar vardır, hal hatır sorulur, gündeme dair nazik dokunuşlar yapılır. Bu birinci safhadır. İkinci safhada ise çok da donanımlı olmayan, muhtemelen bir din dersi öğretmeni ya da halen okumakta olan bir öğrenci girer devreye. Anlattıkları zaten topluluğun bildiği şeylerdir; “Abiler gıybet yapmayalım” der, mesela topluluktan biri de “gıybet ölü kardeşinin etini yemek gibiymiş di mi hocam” diye mukabele eder ve hemen hocadan bir aferini kapıverir. Bu ortam, orada bulunanları çok zorlamaması, anlatılanların zaten bildik şeyler olması hasebiyle kendilerini dinen yeterli ve önemli hissettikleri, bildiklerini ifade ettiklerinde ise takdir gördükleri bir ortamdır. Eğer çıkıntılık yapıp, ortalamanın biraz üstünde laflar edecek olursanız, geçiştirilirsiniz ve zaten bir dahaki sohbet halkasına davet edilmezsiniz. Üçüncü safha çok önemlidir Fethullahçılar açısından, bütün efor orada sergilenmelidir. Çaylar gelir, sohbet evinin hanımının yaptığı pastalar, börekler ikram edilir. Düzen intizam bozulmuş gibidir ama hayır, öyle değil. Ortamın yönlendiricileri vardır, gelişecek olan ‘doğal’ sohbetin istikametini ve nihayetini belirlerler.
“Abiler Mavi Marmara çok kötü oldu ya” der mesela ortam yönlendirici, ne düşünüyorsunuza getirmeye çalışır mevzuyu. Eğer topluluk kendilerine benzer ifadelerle görüş beyan ederlerse sorun yok. Ama konu hakkında kendi düşünüş biçimleri dışında şeyler konuşulacak olursa müdahale kaçınılmazdır. Maksat topluluğu bir yere taşımaktır ve ilk günden beri hassasiyetleri çok net olan insanlar için bu hiç kolay olmayacaktır. “Amaç Filistinlilere yardım etmekse bunun başka yolları var abiler” “Kimse Yok mu Derneği zaten yardım yapıyormuş abiler” “Ne gerek vardı bu kadar kişinin ölmesine abiler” “Ortada bir tuhaflık var abiler” “Allah sonumuzu hayretsin abiler” gibi cümleler asıl niyet cümleleridir. Ortam yönlendiricilerinin yancıları “tabii ya” “biz niye böyle düşünemedik” gibi cümleler kurarak desteklerler tezleri. Her şey nezaket çerçevesinde gerçekleştiği ve bir tartışma ortamına asla izin verilmediği için topluluk içerisinde bu cümlelere itirazı olan varsa bile ‘huzursuzluk çıkaran’ damgası yememek adına susar. Hepi topu bir saat kadar süren bu son safha da bittiğinde saat epey ilerlemiştir.
O gece sohbet evinde konuşulanları destekler mahiyette televizyon yayınlarına şahit olunur sonra, ertesi günün Zaman Gazetesi’nde burada konuşulanlara dair yazılar görülür filan. Yetmediğine inanılırsa Hocaefendi devreye sokulur ve uluslararası gücü bulunan bir medya kuruluşunda bir açıklama yapar. Tam da burada The Wall Street Journal’e verilen “otoriteden izin alınmalıydı” beyanatını dikkatlerinize sunmak isterim.
Kamuoyunu bölmüşlerdi o günlerde. Üstelik bunların fikirleri uluslararası şebekenin içimizdeki başka temsilcileri tarafından da dile getirilmeye başlandığında etki alanları da genişlemişti hatırlarsanız. Evet bir zamanlar durum böyleydi.
Dershane tartışmaları ile başlayan bir süreç oldu malum. Derin bir ayrışma yaşandı. 17-25 Aralık sürecindeki ev sohbetlerini, televizyonları, sosyal medya kullanıcılarını, gazetelerini, kanaat önderlerini ve Hocaefendilerini düşünün biraz geriye giderek, kamuoyu oluşturma güçlerini nispeten hala ellerinde tutmakta olduklarını göreceksiniz.
Ama o gün bugün, çok hata yaptılar, foya ortaya çıktı, hileler görüldü, bağlantılar anlaşıldı. Artık sohbet halkalarında kendileri dışında kimse yoktu. Kendileri çalıp kendileri oynuyor, kendi kendilerini evetliyorlardı uzunca bir süreden beri. Seçim üstüne seçim kaybettiler. Kamuoyunu yönlendirme kabiliyetleri tamamen kırıldı. Her şey nazikçeydi ama artık nezaket bir kenara bırakılmalıydı.
Fathullahçılık güce tapan bir örgütlenmedir. Güçten yanadır. Uluslararası sistem içindeki konuşlanma biçimleri buna delildir. Yurt içinde de daima iktidardan yana pozisyon almaları da bundandır. Çünkü yurdumuzda uluslararası sistemin istemediği bir iktidar yoktur onlara göre. Aksi bir durumda zaten giderler, gitmeleri gerekir.
Türkiye’nin uluslararası arenada pozisyonunu yitirdiğine dair kanaatleri, uluslararası güçlerin iktidarın devrilmesi halinde yeni iktidarı anında sahipleneceğine dair kuvvetli inanışları (ki bunda haksız da sayılmazlar), herkesi kendileri gibi güce tapar sanarak toplumun önemli bir kesiminin iktidarı gücünden dolayı desteklediğini düşünmeleri, bu gücü bir başka güçle, silahla, tankla, tüfekle, F16 ile alt ettiklerinde toplumun eskiden olduğu gibi kendilerine teveccüh göstereceklerini zannetmeleri, uluslararası tanınmışlığın halkta karşılık bulacağı fikri söz konusuydu bunlarda.
Baştan ayağa toplumun her kesimini dizayn ederek on yıllardır nazikçe bir işgal niyetindeydiler, beceremediler ve tam techizat sokağa çıktılar. Tankları sürdüler. Uçaklar havalandı. Darbeyi aşan bir durum var ortada, işgale yeltendiler. Meclisi, medya kuruluşlarını, polis teşkilatlarını, Beştepe külliyesini, Reis’i, havaalanlarını hedef seçtiler. Halkın ‘güç üzerinden’ teveccühü konusunda son derece emindiler.
Ne sanıyorlardı? Tıpkı bir zamanlar sohbet evlerinde olduğu gibi, onlar yapacak millet tasdik edecekti, ortam yönlendiricileri kanaatleri arzu edilen noktaya doğru yönlendirecekti, muhalif olanları tıpkı evlerde yaptıkları gibi ülkeden def edeceklerdi, uluslararası güçlerden kazanacakları meşruiyetle yeniden ülkenin en büyük kamuoyu yönlendiricisi olacaklardı.
Ama öyle olmadı. Millet üzerine düşeni yaptı. Bir büyük oyunu bozdu. İşgal tadını kursaklarında bıraktı. Daha işgal girişiminin ilk saatlerinde sokağa, meydanlara, köprülere, milli iradenin sembolü olan müesseselerin önlerine çıktı. Mermiye kafa uzattı, tank ele geçirdi, esprisini yaptı, yemekhane işgal etmeye kalkan askere galoş giydirdi, üzerine mermi yağarken mermi sıkanın karşısına dikilip “o mermin birazdan bitecek” diye bağırdı, karakol basanın etrafını sardı, öleceğini bildiği halde bombalanan yerlere intikal etti, evinden dışarıya çıkarken kedilerinin birkaç günlük mamasını onların önüne koymayı ihmal etmedi, silahla başında bekleyen komutanın gözünün içine baka baka mangal yellemeye devam etti, “Gaziçengelköylüler” tek tabanca Tuncay polisin peşine düşüp mahalleli olarak topyekun yol kesti, Ömer Astsubay olup darbeciyi alnından vurdu, gazi oldu, şehit oldu, hemen ertesindeki ilk iş gününde normal hayatlarına devam ettiler.
Allah hepsinden bin kere, binlerce kere razı olsun.
İşte bu düzensiz ordudur. Şimdi düzenli orduyu kurmanın zamanıdır.