Dağlar dağlar

Dağlar dağımdır benim
Gam ortağımdır benim
Söyletme çok ağlarım
Yaman çağımdır benim
Elazığ Türküsü

Balkan coğrafyası ile ilgili yapılan kimi yorumları coğrafyanın bölge sosyolojisine etkisini izah etmeye yönelik olması hasebi ile ilginç bulmuşumdur.
Türk Dil Kurumu’nun Güncel Türkçe Sözlüğünde Balkan kelimesinin karşılığı olarak ‘sarp ve ormanlık sıradağ’ verilir.
Balkanlar’ın büyük kısmı dağlarla kaplıdır. Bu dağ yapıları genelde kuzeyden batıya veya güneyden doğuya uzanır. Balkan topraklarının en yüksek dağı 2925 metre ile Bulgaristan’daki Rila’dır. Bu yükseklikten sonra Yunanistan’daki Olimpos Dağı 2917 ve Bulgaristan’daki Vihren 2914 metre yüksekliktedir. Bu yüksek dağların yanında, en büyük dağ yapıları Dinar Alpleri, Arnavutluk Alpleri, Şar Dağları, Balkan Dağları, Rodop Dağları’dır. Bu dağ dizilerinin dışında, daha küçük ve yerel dağlar da vardır.
Dinar Alpleri, Slovenya, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Sırbistan, Arnavutluk, Karadağ ve Kosova topraklarında uzanan sıradağ dizisidir. Arnavutluk Alpleri, Arnavutluk güneyinden Yunanistan’ın orta kesimine dek uzanır. Şar Dağları da bu sıradağların güneydoğusunda, Arnavutluk, Kosova ve Makedonya toprakları içinde yer alır. Koca Balkan Dağları, Karadeniz kıyılarından Bulgaristan içlerine doğru yayılır. Hem Bulgaristan ve Yunanistan topraklarında yer alan Rodop Dağları da önemli dağ dizilerindendir.
Neredeyse tamamen dağlar/sıradağlarla örülü olan Balkan coğrafyasında yaşayan halkların, dağların izin verdiği geniş düzlüklere yerleştiklerini görebiliriz. Yerleşim için seçilen bölgelerin de tarımsal faaliyetin gözetilerek seçildiği Balkanlar için bilinen bir gerçektir. Yerleşilen alanlarda kurulmuş olan şehirlerin sakinlerinin kendi içlerinde daha yoğun bir ilişki içerisinde oldukları, diğer bölgelerde yaşayan halklar ile temaslarının sınırlı olduğunu söyleyebiliriz. Temas, coğrafyanın izin verdiği ölçüdedir. Dünya, hemen hemen kendi yaşam alanları ile sınırlıdır.
Bu yüzden olsa gerek, etnik kimliklerin altı, dünyanın diğer bölgelerinde yaşayanlara nazaran daha bir kalın olarak çizilmiştir. Etnik kimlik neredeyse her şeydir.
Temassızlık çatışmayı doğuran bir durumdur. Balkanlarda da, coğrafi koşulların dayattığı temassızlık dolayısıyla etnik kimliklerin birbirleri ile olan münasebetleri tarih boyunca çatışmaya daha meyyal olmuştur. Çatışma adeta bir yaşam biçiminin adıdır bölge için.
Balkanların Osmanlı tecrübesi ile tanışması ile birlikte, kimliklerin birbirleri ile temas imkânı doğmuş ve Balkanlar barışın sembol şehirlerini de üretmiştir. Bir iskân politikası çerçevesinde Orta Anadolu’nun kimi bölgelerinden Balkanlara yerleştirilmiş ailelerin taşıdıkları tecrübe biçimleri, İslam’ın bölgede anlatılması hususunda inisiyatif almış olanların başka bir dünyaya kapı aralamaları, bölgedeki etnik unsurların Osmanlı devlet sisteminde yer almaları ve tarımsal faaliyet alanları dışında mesela ticaret, ilim tahsili gibi alanların da üretilmiş olması ile beraber bölgede yaşayanların birbirleri ile barışçıl temasları da mümkün hale gelmiştir. Bu hususlar Balkanlar için yeni bir fiili durum oluşturmuş ve bölge insanı tarafından kolaylıkla kabullenilmiştir.
Anadolu’dan Balkanlara gidenlerin gelmiş oldukları yerlerdeki çok farklı kültürden gelenler ile birlikte üretmiş oldukları yaşam tecrübelerini bölgeye taşımış olmaları önemli bir kazanım olmuştur. Çünkü geldikleri yerlerde elde ettikleri bir arada yaşama kültürü ‘selam şehirleri’ üretmiş ve üretilen bu anlayışın bir başka yere ‘kök hücre nakli’ gibi taşınmasını mümkün kılmıştır.
Yine aynı şekilde, gönül dilini kuşanarak Anadolu’yu Balkanlara taşıyan önemli isimlerin gönülleri fethederek oluşturdukları hayat biçimi de bölge insanı tarafından kabul görmüştür.
Balkan insanının Osmanlı devlet sisteminde yer alması ve Osmanlı devlet anlayışının bölgede etkin oluşu ile birlikte götürülen hizmetler, şehir yapılanmaları, ticari hayatın zenginleşmesi, yeni geçiş güzergâhlarının üretilmesi, kervansarayların tesisi de bölge barışına katkı sunmuştur.
Aslında yapılan şuydu,
Osmanlı tecrübesi “..tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık..” ayetinde karşılığını bulanı yerine getirmiş, dağları aşarak, birbirleri ile temas etme imkanı bulamamış toplumların, altı kalın çizgilerle çizilmiş kimliklerini muhafaza ederek birbirleri ile tanışmasına imkân sağlamıştı. Bütün olan biten bundan ibaretti aslında.
Dikkat edilecek olursa, Osmanlı’nın Balkanlar sahnesinden çekilmesi sonrasında herkes kendi dağının arkasına çekilmiş, temassızlığa mahkûm edilen topluluklar arasında etnik temele dayalı çatışmalar da yeniden yaşanmıştır. Günümüzde de bu durumun devam etmekte olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Şimdi, coğrafyayı, coğrafi koşulları, coğrafi koşulların toplumları etkileyiş biçimlerini filan bir kenara bırakalım da çok içeriden şu soruyu soralım kendimize;
Fiziki dağların, görünen engellerin yerle yeksan olduğu, yeryüzünün bütün iletişim biçimlerine açık dümdüz bir zemine dönüştüğü zamanlara eriştiğimiz halde, birbirimizi gördüğümüzü, işittiğimizi varsaydığımız, birbirimizden haberdar olduğumuzu düşündüğümüz bir dönemde hangi ‘dağların’ arkasındayız da birbirimize temas edemiyoruz ve bu dağları aşmamızı sağlayıp birbirimizle temasımızı temin edecek tecrübelerden neden yoksunuz?
Bu akıl tutulması elbette bir başka yazının konusudur.