3 Mart 1925 tarihli kanuna ad olan “takrir-i sükun”, “huzurun sağlanması” demek.
Şeyh Said İsyanı’nı bastırmak maksadıyla çıkarılan bu kanunun ilk maddesinde, irticaya, isyana ve memleketin toplumsal düzenini, huzurunu, sükununu, emniyet ve asayişini bozmaya yönelik, “bilimum teşkilat ve tahrikat ve teşvikat ve neşriyat”ın hükumet reisi olarak cumhur tarafından “re’sen ve idareten” tek başına yasaklayabileceği ve yasaklanmaya muhatap olan kişilerin İstiklal Mahkemesi’ne tevdi edilebileceği hükme bağlanıyordu.
Dolayısıyla Takrir-i Sükun Kanunu, mevcut ve muhtemel bir isyanı önleme maksadıyla çıkarılmasının yanı sıra, ulema için de açıkça bir tehdidti ve “sesinizi, ancak sistemin talebiyle konuşmak üzere kesmezseniz, akıbetiniz darağacı olacaktır” ikazını ihtiva ediyordu.
Nitekim Takrir-i Sükun Kanunu’nun sağladığı huzur(!) ortamına yaslanılarak, 25 Kasım 1925 tarihinde şapkaya özel çıkartılan kanunla, İskilipli Atıf Hoca, bu kanundan yaklaşık bir buçuk yıl önce yayımladığı “Şapka Risalesi” yüzünden 4 Şubat 1926 tarihinde darağacına çekiliyordu.
Geçtiğimiz günlerde Yeni Şafak’ta, Mehmet Akif Ersoy ile Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın mektuplarını konu alan Necmi Atik merkezli haber-yorumun, buradaki son yazımda zikrettiğim hususların fevkinde “temkinli suskunluk” üzerine kimi şeyleri daha bana sordurmuş olması nedeniyle, herkesin bildiği bu kayıtları tekrar zikrettim.
Şöyle ki, Takrir-i Sükun ve Şapka kanunlarının, ulemayı temkinli bir suskunluğa sürüklemiş olması, bugünkü münevverlerimizin devletle ilişkiler konusundaki ikircikli, dilemmalı ve hatta mülemmalı tutumunun, daha açık bir söyleyişle devlette, devletle olma tutumlarındaki bulanıklığın nedeni sayılabilir miydi?
Akif ile Elmalılı’nın ortak meal-tefsir çalışmasından bakalım:
Takrir-i Sükun’un kanunlaşmasından iki hafta önce, yani 21 Şubat 1925’te, Meclis’te Diyanet İşleri Riyaseti’nin bütçe görüşmelerinde Kur’an’ın bir meal-tefsiri ile Sahih-i Buhari’nin tercüme ve şerhi için bir ödenek belirleniyor. Bunun üzerine Diyanet söz konusu çalışmaların yapılması konusunda Ahmet Hamdi Akseki Hoca’yı yetkilendiriyor ve o da bunu Akif ile Elmalılı’ya teklif ile kabul ettiriyor.
Akif ile Elmalılı’nın meal-tefsir çalışmasını “naz ile” kabul etmelerinin nedenlerini tahmin etmek hiç de zor olmasa gerek.
Eğer onlar işin ehli olarak bu sorumluluğu üstlenmeyecek olsalardı, iş Çankaya’ya yaranmak için çırpınan yarım dinlilerin eline kalabilecek ve dolayısıyla cana kıyan yarım tabipler gibi onlar da dini bilgiye kıymış olacaklardı. Allah-u alem, Akif ile Elmalılı, bunu potansiyel bir durum olarak gördüklerinden olmalı ki, sorumluluktan kaçmanın suçluluğuyla yaşamamak için söz konusu çalışmayı kabul etmişlerdi.
Sonrasında ne oldu?
Akif, Şapka Kanunu’nun neden olacağı kıyımı sezerek 1925’in sonlarına doğru gönüllü sürgün olarak Mısır’a gitti ve son kertede sistemin beğenisine ve onayına sunulacak bir mealin sahibi olmayı istemeyerek, projeyi (meali değil) tamamlamaktan vaz geçti.
Elmalılı ise, açık ve geniş tefsiri problem oluşturabilecek kimi hüküm ayetlerini, tedbirli suskunluk zorunluluğuyla, sistemle problem oluşturmayacak bir mahiyette kısaca tefsir ederek projenin kendisine düşen kısmını tamamladı.
Bu son hususu bir hüküm oluşturmak niyetiyle değil, sezgilerimden hareketle ve herkesten önce kendimi ikna etmek niyetiyle söylediğimi vurgulamalıyım.
Çünkü Elmalılı’yı eleştirmek benim haddim olmadığı gibi, onun yaşadığı zorlukları yakin olarak bilmeden eleştiriye kalkışmak da edebe aykırı olacaktır. Üstelik gerek Akif gerekse Elmalılı, kendi zamanlarının ve şatlarının hakikatine bağlı olarak ilimlerinin vakarını göstermek ve inançlarının gereğini yapmak suretiyle, kendi imtihanlarını verdiler ve müminlerin omuzlarında öteye yolcu edildiler. Rabbimizin rahmeti üzerlerine olsun.
“Kendimi ikna etmek” deyişim ise şundandır:
Dini ve dünyayı, 70’li yıllarda Mısırlı ve Pakistanlı alimlerin eserleriyle tanımış (haliyle ilgili yerli kaynaklarla henüz buluşmamış) bir kuşağın mensubu olarak, Elmalılı’nın alfabe ile basılan tefsirinden, Maide Suresi’nin 43., 44.,45., 46. Ve 47. ayetlerini okuduğumda, (aynı zamanda o günkü siyasi kanaatlerimi pekiştirmek için bana gerekli malzemeyi de vermemesi nedeniyle) hayal kırıklığına uğramamam mümkün değildi.
Ne var ki, elimdeki tefsirin alfabe baskılı olması, söz konusu hayal kırıklığını ifade etmeme bugüne kadar engel oldu. Nihayet Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, övülesi hizmetlerinden biri olarak tefsirin tıpkı basımını yapması, bu engeli ortadan kaldırdı. Şimdi alfabe baskısı ile alifba baskısı arasında bir fark olmadığını bizzat görünce, yukarıdaki hususu yine yukarıdaki sorumla bağlantılı olarak ifade etme ihtiyacı duydum.
Bunlarla ulaştığım sonuç ise şöyledir:
Cumhuriyet ulemasının, asıl Takrir-i Sükun Kanunu ile başlayan temkinli suskunluğunun bedelini benim kuşağım ödemiştir ve halen de ödemeye devam etmektedir.
Çünkü Müslümanın, “millî, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devleti” ile kuracağı “sahih ilişkinin” ne olacağı halen askıdadır. Muhafazakarların, devletin son yıllarda dini duyguyu, düşünceyi ve yaşayışı çokça artırdığına inanmaları, aynıyla onun dini istismar etme kabiliyetindeki gelişmeye de işaret etmektedir.
Daha net bir söyleyişle ilgili konuda Müslüman münevverlerin kafası karışıktır ki, bu karışıklık, bahsedilen dönemdeki ulemanın temkinli suskunluğuna büyük oranda bitişiktir.
Eğer onlar, zorunlulukları nedeniyle temkinli suskunluğa başvurmasalardı, bugünün münevveri (büyük bir ihtimalle) malum konuda “aşağı tükür sakal, yukarı tükür bıyık, karşıya tükür rüzgar” durumuna tabi olmayacaktı.
Yine de her şeyin doğrusunu ancak Allah bilir.