Osho belgeseli (Wild Wild Country), son elli senede çağdaş dünyada fırtına gibi esen cultlar hakkında öğretici bir belgesel. “Muasır medeniyet seviyesi”ne sahip modern dünyanın, bağlanmak ve inanmak gibi en temel meselelerimiz karşısında nasıl çuvalladığına, nasıl acemileştiğine ve kırılganlaştığına da çarpıcı bir örnek. Özellikle sanata yatkın, hususen en iyi okullardan mezun, bilhassa liberal görüşleri benimsemiş kitlenin, geleneksel dini yapılar hakkındaki kuşkuculuklarından beslenen bir kaşiflikleri oluyor. İşte tam da bu keşfin savurduğu insanların hikayesi biraz da Osho’nunki.
Son birkaç haftadır, İstanbul bana, kendisinin artık yeniden bir dünya başkenti ama özellikle de İslam dünyasının başkenti olduğuna dair güçlü kanıtlar gösterip duruyor. Bu mahdut günler içinde, dünyanın muhtelif yerlerinden olup İstanbul’a yerleşmiş ya da bir araştırma, bir temas veya mesela yaz okulu gibi bir eğitim vesilesiyle İstanbul’a gelmiş onlarca Müslümanla oturup kalktım. Bunların önemli bir kısmı da mühtediydi. Onlar da iyi eğitimli, içlerinden bazıları birinci sınıf sanatçı, her biri çeşitli biçimlerde yeteneklerini geliştirmiş ve kaşif tabiatlı insanlardı. İngiliz Halil, analog makinesiyle şahane kareler çeken bir fotoğrafçı, Amerikalı Harun, çok iyi bir tasarımcı, yine Amerikalı İbrahim doktora tezinin ardı sıra diyar diyar gezen bir araştırmacı. Ve bunlara benzeyen onlarca başkası da aşağı yukarı bu nitelikte gençler. “Muasır medeniyet seviyesi”nin ürettiği bu nitelikli kitlenin, Osho gibi modern bir cult yerine, İslam gibi geleneksel bir dini seçmiş olmaları, İslam’ın içinde de yine en geleneksel yapılar olan medreseler ve tarikatlarla bağlantılar içinde olmaları çok dikkate değer. (Sözgelimi Chicago’lu Said, Amerika’daki uzun seneler alan eğitimini, üniversite dahil olmak üzere tamamladıktan sonra, geleneksel İslami eğitim almak amacıyla kariyerini yakan, Yemen’deki şerif ailelerine mensup meşhur Hadramut medreselerinde yıllarca eğitim alan biriydi. Yanı sıra, oradaki Bâ Alaviyye tarikatına intisap etmişti. Yukarıda adı geçen ve geçmeyen diğerleri de, benzer yönelimleri olan gençlerdi.)
Bir açıdan, “yaralı bilinç” sahibi Müslüman toplumlarda, fazla geleneksel bulunan, çağa ayak uyduramayan ve ayağa dolandığından yakınılan kurumlar, bu kaşif insanların arayışlarına tekabül ediyordu.
Elbette geleneksel İslami yapılara yönelen Batılıların tamamı “yüksek entelektüel”ler değil. İçlerinde esnaf da var, zanaatkar da, Ama vurgulamaya çalıştığım hususlardan birincisi, Batılı okur-yazar kesimin illa ki Osho gibi “sözde maneviyatçı” yapılara mahkum olmadıklarıdır. Üstelik Osho ile İslam tarikatları seçenekleri arasında bir iltibasın, bir bulanıklığın kafalarda sürgit yaşanıyor olmasına rağmen.
Bu bulanıklık meselesini biraz açalım: Dışarıdan bakınca bir modern cult ile geleneksel bir tarikat arasında şekil ve söyleme dair benzerlikler bulmak kolaydır. Hatta modern bir cult ile İslam gibi bir geleneksel din arasında bile az olmayan sayıda benzerlik bulunabilir. Mesela Osho, Hindistan’dan Amerika’ya göç etmişti (evet, bir tür hicret); her müntesibe cult içinde Hintçe bir isim veriliyordu (mühtedilere de sünnete uygun olarak yeni isimler konmakta); Osho mensupları tek renk ve geleneksel çağrışımları olan elbiseler giyiyorlardı (bazı tarikatlarda, cemaatlerde olduğu gibi); boyunlarında tespihler taşıyorlardı (boyunda ya da elde, tespih ya da başka bir dini simgeye çoğu tarikatta ve dinde rastlanabilir); Osho müritleri yılda bir kez büyük bir toplantıda buluşuyorlardı (bu da bir tür Hac); yine Osho içinde, bir çok tarikatta görebileceğimiz türden günlük ya da haftalık ayinler, günlük ya da haftalık sohbetler, cemaat içi derin duygusal paylaşım, cemaat dışındaki insanlara karşı mesafe ve güvensizlik yaşanmaktaydı.
Şahsen bu benzerliklerde şaşırtıcı olan hiçbir husus bulamıyorum. Çünkü din denilen yapı, tabiatı gereği, ritüeller, simgeler, dönüşüm hikayeleri, bağlanma ve adanma öyküleri içermeden geniş kabul göremez. Bütün bunlar bir dinin, müntesiplerini tazeleme ve değiştirme mecralarıdır. Din ve dini müessese böyle bir şeydir.
Burada kritik olan nokta, Osho cult’ının kendi müntesiplerini ruhsal ve manevi deneyimlerle tanıştırırken, dünyevi ve nefsani hazlardan sakındırmamış olması, aksine mesela Osho’nun cinsel serbestiye, manevi ve batıni yorumlar temin etmesi örneğinde olduğu gibi, nefsani hazları manevileştirmeye yönelerek kutsamasıdır. İşte böylece, Osho ile geleneksel bir tarikat (hatta geleneksel bir din olan İslam) arasındaki kimi benzerliklerden kaynaklanan bulanıklığa rağmen, başlıca fark şeriat/hukuk hattında ortaya çıkmaktadır. Şeriat/hukuk, bir buyruk manzumesinin, gelenek içinde büyük yorum ve çözümleme çabalarına konu edilmesi ve üzerinde sağlanan mutabakatla, artık nesnel ve her türden bulanıklık kertesinde -mesela Osho’yu değerlendirmek için de- baş vurulacak bir ölçüte dönüşmesidir. Yani Osho’nun güzel kalpli, iyi niyetli, yardımsever, adanmış müritlerinin tuttukları yolun yol olmadığını söylememize yarayacak nesnel ölçütümüz hukuki olandır (şeriat).
İşte geleneksel İslami yapılara yönelen mühtedilerin tercihlerinin kritik eşiklerini de bu oluşturmaktadır. Onlar, kendilerini şeriat ile mukayyet gören yapılara katılmakla, daha az “liberal”, daha az “özgürlükçü”, daha az “havalı”, daha az “hümanist”, daha az “aydınlanmış” olmayı da tercih etmektedirler.
Peki niçin? Yine bir soruyla cevap verelim: Geleneksel İslami yapılar bu modernlere, onların tam da ihtiyaç duyduğu gibi, Modern Batı’yı yaratan değerler ve başlıca ilkelerle uzlaşmayı değil, derinden ve temelden hesaplaşmayı vadediyor olmasın?