Suikast, sui (kötülük, hasetlik, fenalık ) ve kast (maksat) kelimelerinden oluşmuş bir terkip. “Kötülük etmek kastıyla yapılmış bir planı uygulamak” demek.
Suikastçi terimi ise, eklemli dilin yabancı kelimeleri küçük bir ekle temellük etme marifetinin bir sonucu; zikredilen Arapça terkip “-çi” eklendiğinde, “kötülük etmek kastıyla yapılmış bir planı uygulayan eleman” manasını yükleniveriyor.
Batı’da 17. yüzyılda kullanılmaya başlanmış, “siyasi cinayet” manasında bizdeki kullanılışı ise yeni sayılır, yaklaşık seksen yıl önce girmiş sözlüklerimize.
On yedinci yüzyılda, Modernizm’in klasik olanla bir bir hesaplaşarak kendi hakimiyetini kurmaya başladığını hatırlarsak, suikastin de düelloyu suikastle ortadan kaldırarak, ondan doğan boşluğa, (bomba vb.) yeni kötülük aletleriyle birlikte rahatça yerleştiğini söyleyebiliriz.
Her ne kadar suikastin / suikastçiliğin tarihi Doğu’da Haşhaşilerle başlatılırsa da, modern şartlarda ABD’nin ona yüklediği doygun içerik ve kazandırdığı önemli işlev nedeniyle o kadar uzak bir geçmişi hatırlamaya gerek kalmıyor. Buna göre suikast / suikastçilik demek ABD’nin maharetine ve kullanım kabiliyetine mahsus bir terim haline geliyor.
Nitekim ABD de suikasti münferit (tek kişiye yönelmiş) bir faaliyet tahtından alıp, onu etkisi çok daha yaygın olan terör eylemi katına yükselterek, bu konuda kendisine mal edilen bir hakkın hakkını layıkıyla vermekten (veya almaktan) geri kalmıyor.
Suikast ve suikastçilere ilişkin en çok romanın ABD’de yazılmış, en çok dizi ve sinema filminin Hollywood’ta çekilmiş olması da onun söz konusu layıkıyyetini kendiliğinden taçlandırıyor.
İlginç olan, ABD’nin, kendi eleştirisini başkasına bırakmayıp, bununla arzuladığı etkiyi doğrudan kendisi üretmek amacıyla yazında, medyada ve sinemada “ölçülü” bir özgürlüğü sağlıyor-muş gibi yapabilmesi, hatta ince planlamalar eşliğinde “muş” etkisini de örterek, ABD muhalifi okurda, izleyicide azami eleştiride sahicilik / gerçeklik duygusu yaratıp, bir tepki boşalmasını (tatminini) gerçekleştirmesidir.
Buna rağmen, ABD’nin terör dahil daima çok yönlü bir faydayı devşirdiği tekil suikast olayı ve suikastçi portresi üzerinden, kötülük düşkünlüğüne ve çıkarcılığına mahsus “yapısal” detaylarla onun suçüstü edilmesini sağlayabilecek genel bir suikast mantığına ve post-modern bir suikastçi portresine ulaşmak mümkün bulunuyor.
Örneğimizi Robert Ludlum’un Jason Bourne adlı suikastçi ana karakteri çevresinde ABD suikastlerinden bazılarını anlattığı üç romanından mülhem olarak çekilen beş film üzerinden verebiliriz.
Bizde Geçmişi Olmayan Adam (The Bourne Identity, 2002), Medusa Darbesi (The Bourne Supremacy, 2004), Son Ültimatom (The Bourne Ultimatom, 2007), Bourne’un Mirası (The Bourne Legacy, 2012) ve Jason Bourne (2016) adıyla gösterilen bu filmler, şu yönetmenlerin imzasını taşıyor: Doug Liman, Paul Greengrass, Tony Gilroy.
Suikastçi Jason Bourne, ünlü oyuncu Matt Damon’un adıyla özdeşleşti. Dolayısıyla, Jason Bourne adının sıkça geçtiği ama kendisinin yer almadığı Bourne’un Mirası adlı filmin başrol oyuncusu Jeremy Renner de onun gölgesinde kalmaktan kurtulamadı.
Bu filme göre suikast, kötücül bir olgu olduğu teslim edilmekle birlikte, ABD merkezli huzurun, refahın, demokrasinin, özgürlüğün vs. korunmasını sağlayan bir araç olması bakımından olumlanıyor.
Diğer bir söyleyişle, yönetimsel mükemmelliği ve toplumsal refahı temsil eden ABD, bunları olası kötülüklerden korumak için karşı kötülükleri üretme meşruiyetini elde ediyor.
Bu meşruiyete dayalı olarak üretilen suikast planı üç husus üzerine oturtuluyor:
1-Muhtemel saldırı altında olabilecek maddi ve manevi değerin kurgusal olarak belirlenmesi. Bu, çoğu zaman ABD demokrasisi oluyor. Demokrasinin hangi yönden saldırıyla karşılaşacağının veya onun korunması adına başka ülkelerin bağımsızlığına tecavüz edilmesinin, halkların canlarına kıyılmasının, maddi ve manevi değerlerinin tahrip edilmesinin bu bahiste hiçbir önemi yok. ABD demokrasisi gibi muğlak bir terim, kutsal kase katına yükseltilerek, müşahhas bir hedefe dönüştürülmekle kalınmıyor, meşkuk ama onunla ilgili bulunan her saldırı da aynı oranda müşahhaslaştırılmış olunuyor.
2-Kurgunun, potansiyel kötülük merkezi olarak Komünizm, İslam vb. uluslararası bir yüklemle desteklenmesi gerekiyor. Amerikan toplumuyla, ABD’nin hükmü altındaki toplumların (genel tanımıyla Batı’nın) yukarıda zikrettiğimiz tek yanlı meşruiyeti desteklemesi için en hassas oldukları iki konunun, yani refah ve inancın öne çıkarılması gerekiyor çünkü. Bu bağlamda seçilen kötücül yüklemin, güncel ve tarihsel olarak kendisinin elde edemediği refahı kıskanma ve kendi inancından olmayanı öldürmekten zevk alma potansiyeline sahip olması gerekiyor ki, kötülük üzere baştan mahkum edilmeyi hak etmiş olsun.
Bu uğurda dünya ABD’ye ve kötülere ait olmak üzere ikiye bölünüyor. ABD’nin dışındaki dünya da aslında, her bir ülkede CIA’nın örgütlendiği, o ülkeye ait şahsi veya resmi, özel ya da kurumsal her türlü bilginin zapturapt altına alındığı “güvenli evler” yoluyla ABD’nin koşulsuz hükmü altında bulunuyor. Haliyle bir suikast için ABD’nin kimseden izin alması gerekmiyor. İzin suikastçi için gerekiyor ki, bu izin de ancak, suikastin selameti bakımından sadece CIA’dan sağlanıyor.
3-Bu iki husus üzerinden üretilen mücadeleyi (hatta savaşı) her hal ve şartta ABD’nin kazanması.
Bu uğurda ABD, suikastte (terörde) başarısızlığa sözlüğünde yer vermiyor. Dolayısıyla, başarısız olan suikastçi suikaste kurban edilmekle kalınmıyor, onun ıskaladığı “görev” başka bir suikastçi tarafından yerine getiriliyor.
Bu husus doğrudan suikastçinin kabiliyetine, niteliklerine bitişik olduğundan o suikastçinin nasıl seçildiği, eğitildiği, neyle gümdümlendirilerek yönetildiği sorusu önem kazanıyor.
Bunların cevabını, yine Geçmişi Olmayan Adam filmi üzerinden gelecek haftaki yazımda vermeye çalışayım inşallah.