Kemal Kılıçdaroğlu, 7 Ağustos’ta Yenikapı’da yapılan Demokrasi ve Şehitler Mitingi’nde, mevcut problemlerin çözümüyle ilgili 12 maddelik bir “teşhis ve tedavi önerisi”nde bulunmuştu.
12 maddenin ilki, onun ağzından çıktığı şekliyle şöyleydi:
“Camiye, kışlaya, adliyeye siyaseti sokmayalım. Camiye sokarsak toplumu böleriz. Adliyeye sokarsak adaleti bulamayız. Askeriyeye, kışlaya sokarsak darbeyi önleyemeyiz. O zaman yapacağımız ilk iş camide, kışlada, adliyede siyaset olmayacak. Adalet arıyorsak onları başka yerde bağımsız bir şekilde aramamız lazım. Bizim soylu bir uzlaşmaya ihtiyacımız var. Bizim kavga değil bizim milleti kardeş kılma gibi bir görevimiz var.”
Birilerinin, Kılıçdaroğlu’na, yaptığı bu genellemenin, aynı zamanda milleti siyasetten uzak tutma, ülke meselelerini dile getirmekten, tartışmaktan soğutma anlamına gelebileceğini hatırlatacaklarını düşündüm ama gördüm ki o, çok matah bir şey söylüyormuşçasına bunu başka ortamlarda da aynıyla tekrarlamayı sürdürdü.
Gerçi, Kılıçdaroğlu’nun içinden geldiği Kemalist siyaset ve kültür anlayışından baktığımızda söylediği şeylerdeki iç-tutarlılığı fark etmememiz mümkün değil.
Çünkü Kemalizm için Türkiye’de laiklik uygulaması, ileri sürüldüğü gibi din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması demek değildi. Bilakis, dinin devlet tarafından güdülebilir, yönetilip, yönlendirilebilir bir araç haline getirilmesiydi.
Bu bağlamda, camilerde, ibadetin iptal edilip, tıpkı kiliselerdeki gibi sıra düzenine geçilerek ahlak eğitiminin verilmesi şeklindeki tekliflerle, ezanın Türkçe okutulması üzerinden düşünürsek, dini Hristiyanlaştırmanın ve sembollerinin ulus devlet yararına kullanılacak şekilde dönüştürülmesinin Kemalizm tarafından çok arzulandığını görürüz.
CHP’nin yıllarca dini ve dindarları yoğun bir baskı altında tutarak bu arzusunda ısrar ettiğini, ancak Demokrat Parti iktidarının ayak seslerini duyarak 1946 yılından itibaren bundan belli oranlarda “siyaseten” vaz geçmek zorunda kaldığını biliyoruz.
Yine de sonraki zamanlarda da Kemalizm’in amentü maddelerinden biri olarak laikliğin belirtilen şekilde uygulamasından doğan öyle hasarlar var ki, onlar bugün bile tamir edilememiştir.
Sadece ibadet maksadıyla değil, ilim öğrenme ve dünyadaki gidişattan haberdar olma maksadıyla da toplanılan yer olarak cami anlayışındaki hasar ise bunların başında gelmektedir.
Caminin din açısından değerini hatırlayacak olursak:
Sezai Karakoç’un kelimeleriyle, “Cami, mihrabıyla bir tapınak, minberiyle bir toplum ve bir devlet, kürsüsüyle bir okuldur.”
Cami, birlikte ibadet etmek kastıyla cem olma (toplanma) ve rızkı aramak için yeryüzüne dağılma yeridir. Cami ile eş anlamlı olarak kullanılan mescit ise, “secde edilen, namaz kılınan yer” demektir.
“Haydi, Allah’a secde edin ve O’na kulluk edin” (Necm, 53: 62) mealindeki emir ayetinin “Allah’a karşı kendimizi alçaltma, kibrimizi, gururumuzu kırma” fiili camide / mescitte somutlaşır ve durum bizi tevhidi idrakin doğrudan içine çeker.
Harem-i Şerif ile Mescid-i Nebevi başta olmak üzere Cuma, Bayram ve tüm vakit namazlarında, müminlerin selatin camilere gelişini izleme imkanı bulanlarınız olmuştur. Ben bu ferd ferd gelişleri bir denizde toplanan ırmakların akışına benzetmişimdir. Bu “Tevhid” ve şarinin emrine itaat biçimi Müslümanların psikolojilerinde yerleşiktir ve bu yerleşikliği sağlayan da ilkin fiziki bir mekan olmasıyla mescitlerdir.
Öte yandan, sabah ezanı ilkin Büyük Okyanus’ta Ohots ile Bering Denizi arasında, Rusya’ya bağlı Kamçatka yarımadasında okunmakta ve saniye sekmesiyle tüm dünyada ardışık (mütevali) olarak okunarak tekrar oraya dönmektedir. Dolayısıyla ezanın bir çağrı olarak sürekliliği ve müminlerin bu çağrıyı sürekli izlemesi dünyanın tamamını, tüm vakitlerini kuşatan bir fiil olarak seçkinleşmekte ve ebedileşmektedir.
İbn Arabi, cami anlamındaki, “bir araya gelme”yi, ayrılmanın varlığına kanıt sayarak, “ayrılma olmasaydı bitişme olmazdı.” demiştir. Bu olgular aynı zamanda camilerin / mescitlerin “yüksek siyasetin” kaynağı olmasının da nedenidir.
Nedir yüksek siyaset?
Yüksek siyaset, dinin, İslam milletinin (ümmetin) ve vatanın şimdiki durumuna ve geleceğine mahsus bilgi alışverişinin gerçekleştirilmesi, ilgili haberlerin gereğince analiz edilmesi, en doğru tutumların bunlar sayesinde belirlenmesidir.
Bu manada siyaset, yapılması başkalarına bırakılmayacak, milleti doğrudan ilgilendiren hayati bir meseledir.
Bu meselede ortaya çıkacak olan görüş farklılıkları ise, bir kavganın, bir fitnenin malzemesi değil, doğrudan farklılıklardaki üstünlüklerin esas alınması suretiyle milletteki tam bir bitişmeyi (bir’likte karar kılmayı) sağlamanın nedenidir.
Söz konusu mekanların hayata bitişik olması, hayatın gündelik nabzının da orada atmasını beraberinde getirmiş, dolayısıyla camiler sığınma, barınma, dinlenme, ders çalışma, ilim öğrenme, sohbet etme, buluşma… mekanları olarak en aktif yapılar olma hüviyetini kazanmıştır.
Kemalizm, camilerle ilgili bu anlayışı tahrip ederek, ilgili mekanları, mesai saatlerine tabi birer ibadet bürosuna dönüştürmüş, din düşmanlığının bin yıl yürürlükte tutulmasına ant içen 28 Şubat darbecileri de, okulları camilerden uzaklaştırma, yeni okulları camilerin yakınına yapmama şeklindeki kararlarını bu anlayış gereğince almışlardır.
Kışlada ve adliyede siyaset konusuna aynı bağlam içinde baktığımızda sonuç yine değişmemektedir. Yüksek siyaset ihtiyacı bu alanlarda da bir hak olarak görülmelidir çünkü, ilgili müesseslerde vatanseverliğin sürekli yürürlükte tutulmasının daha etkili bir yolu yoktur.
Problem camide, kışlada ve adliyede yüksek siyaset yapılmasından değil, buralarda siyaset adına particiliğin yapılmasından doğmaktadır.
Particilik dediğimiz şey ise, demokratik yönetim tarzı açısından gerekli olmakla birlikte, ömrü halkın desteğine ve teveccühüne bağlı ve dolayısıyla sınırlı bir süreyi içkin olması bakımından geçicidir.
Oysaki din, millet ve vatan sevgisi, bunları koruma, geleceğe aktarma kaygısı süreklidir ve asıl siyaset de bu sürekliliğe ve kaygıya tabi olması bakımından yapılması elzem olan şeydir.
15 Temmuz’dan 7 Ağustos’a kadar vakit ezanlarından önce okunan selaların birlik ve bütünlüğü pekiştirici etkisine; darbeci generalleri alınlarının ortasından vuran şehitlerin, ölüm kusan makinaların karşısında canları pahasına duran gazilerin varlıklarına bakarak, Kılıçdaroğlu’nun Kemalist-laikçi ezberinin geçersiz olduğunu dile getirmek ve bilakis camide, kışlada ve adliyede yüksek siyaset yapmanın bir ihtiyaç olduğunu ilan etmek zorundayız.