Büyük yürüyücü

Her şehirde ondan bir tane vardır, İstasyon Caddesi’nden.

Anadolu’daki her şehrin bir de yeni şehri olur ya hani, kaloriferli, asansörlü ilk apartmanlar buraya yapılır, otomobiller için olan geniş caddeler bu kesimde açılır. İşte, bu cadde de bu türden bir caddeydi.

İki yanında ağaçlar (normalde bir Anadolu kasabasında ağaçlar ev avlularında, cami bahçelerinde, mezarlıklarda olur), ağaç diplerinde sokak lambası direkleri, üstünde asfalt, asfaltta lastik tekerlekli araçlar. Nezahetin, nezafetin, yeni dünyanın habercilerinin tam kadrosu.

Bu cadde, bu küçük şehrin üç ayrı türden lisesine ev sahipliği de yaptığı için, genç işi bir dünyayı da yaratmıştı. Akşam üstü piyasa yapmaya elverişliydi. Kavgalar, randevular, mektup alış verişleri burada yapılırdı. İkindi vakti, okullardan dışarıya vuran liseliler, küçük kaçamaklar için dükkandan kaytarmış kalfalar, jöleler, saçma pantolonlar, acemi makyajlar ve bütün bu hengameyi izlemek üzere balkonlarda ellerinde ikindi çaylarıyla yerlerini almış ablalar, teyzeler. Bir İsmail Özen hikayesi için elverişli bi dünya malzeme.

Burada arkadaşlarla buluşup laflardık. Gönülçelen’deki gençlerdik. Sokak dilinin son numaralarını öğrenir; havlu çorap, üç pileli pantolon gibi saçma yenilikleri denerdik.

Biri vardı. Bu caddede onu da görürdük. Caddenin bir başından, İstasyon’un bulunduğu diğer ucuna yürürdü. Yürür müydü, emin değilim. Adımları, hepimizin o ezbere bildiği adımlardan değil de, sanki yerçekimiyle meselesini kısmen çözmüş birinin adımları gibi hafifti, yeğniydi. Uzun bacakları dalgalanıyor gibi devinirdi. Hepimiz belli bir heyecan, bir atiklik ve hatta huzursuzluk içinde yürürdük. O bir yere gitmek için değil, birileriyle karşılaşmak üzere değil, sanki uyurgezermiş de, bir öğle uykusundan uyanmış gibi yürürdü. Yüzerdi diyesim geliyor.

Gözlerimiz, kanımız, kaslarımız keşfetmeye çalıştıkları bir dünyanın içindeki avcılar gibiydiler. Dışarıyla fazla ilgiliydik. Dışarının bizimle daha da fazla ilgili olduğunu düşünüyorduk. Dikkatimiz nasıl göründüğümüze odaklanmıştı. Tam da bu sebeple dikkatimiz diye bir şey kalmıyordu.

O ise, bizden sadece birkaç yaş büyük olmasına rağmen, kendisinden başka bir şeye dikkat etmeyen biri gibi, çevresine karşı kahrolası bir ilgisizlik içindeydi. Onu açıklamakta zorlanıyorduk. Onun bu meydan okuyan kayıtsızlığına kayıtsız kalamıyorduk.

Büyük eczanenin sahibinin oğluydu. Büyük şehirlerden birinde üniversite okurken, okulu mokulu bırakıp dönmüştü. Ama niçin? “Aşık o” demişti, bir büyüğüm. Ne alakası var yahu? Hepimiz aşığız. “Hak aşığı o”.

Babası, onun bu durumundan hoşnut değildi. Her küçük şehrin az sayıda okumuşları genellikle kendi içlerine dönük bir zümre olurlar ve çoğunlukla da bir miktar aşırı seküler eğilimler gösterirler. Eczacı baba da bu sebeple, oğlunun bu halinden mustaripti.

Bu, incecik, upuzun, bambaşka genç adam evle cami, evle istasyon, evle çarşı arasında sadece yürüyordu. Birkaç sene boyunca ne sesini duyduk, ne de ritminde bir değişiklik gördük. Gözleri ayakuçlarında ve iç dünyasında kopan fırtınaları dışarı sızdırmadan, sessizce yürüdü.

Kendisiyle konuşan bir iki baba, amca vs, kendi halinde, kısık sesle pek az konuşan, efendiden bir delikanlı diyorlardı hakkında. Bir tarikata girmiş, diyen de vardı, biraz tozutmuş diyen de. Bir iki sene içinde kendi menkıbelerini oluşturmuştu.

Umberto Eco değil miydi o, bütün büyük romanların Tanrı’yla bir meselesi vardır, diyen. Onun romanının içinden de Tanrı geçiyordu. Bizim küçük dünyamızda, sessiz bir dönüştürücü gibiydi. Babasını namazlı niyazlı biri yaptı, hepimizin muhayyilesine genç bir Hak aşığı olarak bir faça attı, annelerimiz ona gıyabında dua etti.

Her ne zaman dikkatimizin, nasıl göründüğümüze gereğinden fazla yöneldiğini düşünsem; ne zaman, dışarıyla fazla meşgul olduğumuz hissine kapılsam; ne vakit gündem diye bir şeyin yoğun taarruzuyla baş etmeye çalıştığımıza inansam, aklıma o “büyük yürüyücü” gelir. Ve onun yaşadığı ve bizimse sadece onu ve benzerlerini konuştuğumuz hissi. Şimdi olduğu gibi.