Mevcut devlet yapılarının Kara Avrupası merkezli olduğunu söyleyebiliriz.
Avrupa’da uzun yıllar boyunca krallıkların ve krallıklar ekseninde şekillenen toplumsal hayatın üzerinde egemen olan bir Katolik Kilisesi gerçeğinden bahsedebiliriz. 800 yılında gücün (kılıç) meşruiyet (Papalık) ile uzlaşısının bir neticesi olarak gelişen bir tablodur bu. Papa güce meşruiyet vermiş ve ona taç giydirmek sureti ile Avrupa (hatta bugünkü sonuçları itibarı ile bakacak olursak dünya tarihi açısından) bir büyük sayfayı açmıştır.
Sonrasında gelişen süreçte, Katolik Kilisesinin etkinliğinin zayıfladığını görürüz. Bu da yeni dini akım ve mezheplerin ortaya çıkması sonucunu doğurmuştur. Protestanlık ve Kalvinizmin ortaya çıkış serüveni böyledir. Protestanlık ve Kalvinizmin Alman Prensleri ve dolayısıyla tebaaları tarafından kısa sürede benimsenmiş ve bu yeni dini durum bağlamında Alman Prenslikleri Kutsal Roma için bir tehdit haline gelmiştir.
Böylesi bir siyasi/toplumsal tabloda gelişen reform hareketleri Augsburg (1555) Barışını doğurmuştur. Augsburg Barışı, Kutsal Roma-Cermen İmparatoru’nun Katolikliğini teyit etmekle birlikte ona bağlı prensliklerin Protestan olmasına imkân tanımıştır. Halk ise, prensinin dinine tabi olmak zorundadır artık. Bunun anlamı, dinin hüküm sahiplerinin hegemonyası altına girmesi ve kilisenin devletin altında bir cüz olarak hayatını devam ettirmesidir.
Bu barış süreci bir süre nefes alma imkânı tanımış olsa da Protestanlık dışında bir kabul getirmemiş olması hasebi ile mezhep çatışmalarının önünü daha da açmış, 1618 yılında ‘Otuz Yıl savaşları’ olarak bildiğimiz savaş hali start almıştır.
İstikrarsızlığın sembolü olarak kabul edilen bu savaş sürecinin sonunda Vestfalya Antlaşması bugünün devlet sistemlerinin temelini atmış ve uluslararası ilişkiler sistematiğinin doğuşuna vesile olmuştur.
1815 Viyana Kongresi’ni ise Vestfalya Antlaşması’nın bir devamı olarak görmek mümkündür. Napolyon savaşları ile bozulan Avrupa düzenini yeniden sağlamak maksadıyla İngiltere, Rusya, Avusturya ve Prusya önderliğinde Osmanlı haricindeki tüm Avrupa’nın katıldığı bir kongredir. Bu kongre alınan kararlar açısından değilse bile Vestfalya Antlaşması’nın temel prensiplerini ve felsefesini teyit etmesi açısından önemlidir. Nitekim bu kongre sonrasında Avrupa düzeninin arzu edilenin aksine bir anlamıyla kabuk değiştirme safhasına geçilmek durumunda kalınmıştır. Vestfalya ruhuna uygun yeni devletler meydana gelmiştir. Bu ruhun en belirgin özellikleri arasında, ulus-devlet fikrini, egemenlik kavramının altının kalın bir çizgi ile çizilmesini ve devletlerin sekülerleşme süreçlerinin artık kalıcı olarak şekillendiğini sayabiliriz.
Birinci Dünya Savaşı ile birlikte imparatorluklar döneminin sona erdiğini, Alman İmparatorluğunun, Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun, Rus Çarlığının, Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesi ile sonuçlandığını görmek mümkündür. İmparatorluk iddiasının rafa kalktığı, bunun yerine temelleri Vestfalya’da atılan yeni düzenin kurumsallaştığı bir gerçektir.
Avusturya sembolik bir devlete dönüşmüş, Rus Çarlığı yeni bir ulus devlete evrilmiş, Osmanlı bir rejim değişikliği ile birlikte yeni düzene Türkiye adıyla adapte olmuş, Almanya ise İkinci Dünya Savaşı’na kadar sürdürdüğü iddialarından vaz geçerek yaşam hakkı elde edebilmiştir.
Bütün bu Avrupa tarihi içerisinde Almanya tarihi Cermenlerin ilk olarak Roma İmparatorluğu döneminde devlet kurmalarıyla başlar. Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu dönemiyle 1806 yılına kadar devam eder. Bu dönemde Almanların ulaştığı en geniş sınırlar günümüzdeki Almanya, Avusturya, Slovenya, İsviçre, Çek Cumhuriyeti, Polonya’nın batısı, Hollanda, doğu Fransa ve kuzey İtalya’yı kapsamaktaydı.
Bu dönemden sonra sırasıyla Alman Konfederasyonu (1815–1866), Alman İmparatorluğu (1871–1918), Weimar Cumhuriyeti (1919–1933) ve Üçüncü İmparatorluk (1933–1945) kuruldu. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya Batı Almanya ve Doğu Almanya olarak iki parçaya ayrıldı. 1990 yılında bu iki parça birleşerek günümüzdeki Almanya Federal Cumhuriyeti’ni oluşturdu.
Yukarıda Avrupa devletler tarihinin ana hatlarını verdiğimiz tarihi seyirde Almanya çok önemli bir unsur olarak temel değişim ve dönüşümlerde hatırı sayılır bir rol üstlenmiştir.
Osmanlı açısından hassaten 19. yüzyıla fokuslandığımızda, kendisini tehdit eden yeni devletler düzeninin karşısında sadece Almanya ile ittifak kurulması rasyonel bir okuma olarak görülebilir. Lakin, sonuç itibarıyla tarih kitaplarında bize okutulduğu üzere tüm bu ittifak sürecinin ‘Almanlar yenildiği için biz de yenilmiş sayıldık’ cümlesi ile özetlenmesi durumu ile ne yazık ki karşı karşıya kalmış olduk. Sonuçta Avrupa düzeni hem bizi hem de Almanya’yı değiştirmiş oldu ve karar vericiler arasında yer almayan iki devlete dönüşmüş olduk.
Şimdi yeni bir durum ile karşı karşıyayız. Dünya bir kez daha kabuk değiştirmenin arifesinde. Bu defa, dünyanın istikametini iyi okumak durumundayız. Türkiye’nin çoklu ittifak girişimlerini bu açıdan önemsiyorum. Ayrıca, Vestfalya Düzeni ile birlikte tesis edilen devlet mekanizmalarının Türkiye’ye dar geldiğini, Türkiye’nin bu devlet biçimlerine bir itiraz geliştirerek kendisine ait modeller geliştirme hususunda inisiyatif aldığını görebiliyoruz.
Küresel yapıların ve ulus devlet anlayışının arasında süregelen bir soğuk savaş biçiminin çeşitli tezahürlerine tanık olduğumuz bu dönemde kendi devlet anlayışımızın yeniden tesisi ile birlikte uluslararası güç dengeleri arasında olması gerektiği gibi yerini almaya çalışan bir Türkiye görüyoruz. Öyle sanıyorum ki bu sefer “Almanya yenildi diye biz de yenilmiş sayılmayacağız.”
Bir hususa daha dikkat çekerek yazıma bir son vermek isterim;
Avrupa siyasal tarihinin seyri, din ile birlikte, dine rağmen, dine karşı olarak gelişmiştir. Her ne olursa olsun din temelli bir yapılanma ile karşı karşıya olduğumuz bir gerçektir. Avrupa’nın kendisi dışında kalan dünya ile teması da daima bu çerçevede olmuştur, kendi iç siyasi dinamiklerini oluştururken de…
Avrupa’nın kendi karanlık tarihini İslam üzerinden bize de dayatmak istediği bir süreçteyiz. Kurgulanmaya çalışılan mezhepler savaşını da, FETÖ meselesini de, desteklenen dini yapıları da, DEAŞ’i de bu çerçevede anlamlı bir yere oturtabiliriz. Ortadoğu halklarına dayatılan bu yeni savaşma biçimi tuzağına düşmeden yeni devletler düzeninin nasıl olması gerektiğine dair en insani önerileri ortaya koyma potansiyeline sahip olduğumuz gün gibi aşikardır, eğer farkına varabilirsek.