Olanca basitliğiyle, yalınlığıyla ve açıklığıyla konuşmak, sorunları dile getirmek, çözüm talebinde bulunmak, önerilerde bulunmak için çalmıştık kapısını. Hastamızın bakımı ile ilgili olarak tespit ettiğimiz olumsuzlukları dile getirecektik. Bir iki selamlama cümlesi, ikram önerileri, nazikçe kabuller ya da reddedişler sonrasında konuya girdiğimizde dersine iyi çalışmış biriyle oturuyor olduğumuzun da farkına varmış olduk. Kendisi ile görüşme talebimiz sonrasında, hasta hakkında belli ki detaylı bilgi almıştı, şikayetimizin ne olduğu hususunda bilgi sahibiydi ve ne söyleyeceğimizi iyi biliyordu. Daha bir iki cümle kurmamıştık ki, söze girdi.
Uzunca süren söylev süresince ortaya boca edilmiş bir sürü problemden haberdar ediliyorduk aslında. Personelin bilgilendirme eksikliğini eğitim sistemimizdeki beş seçenekten birini seçmeye alışmanın bir getirisi ile ilişkilendiriyor, tecrübeli personelin devletin sağlık tesislerine gitmeye başladığını, bu yönüyle tecrübesiz personelle çalışmak durumunda kaldıklarını anlatıyor, yoğun bakım ünitesinde bulunmaması gerekirken bulunmak durumunda olan hastalardan dem vuruyor, hasta yakınlarının rehabilitasyonunun kaçınılmazlığından toplumun el yıkama alışkanlığı yoksunluğuna kadar, sağlık sisteminin arızalarından rızaları dışında 112 ambulansı tarafından getirilip acile bırakılan hastaların varlığına kadar tonla sorun ortalığa bırakılıyor, ama biz sorumuzun cevabını bir türlü alamıyorduk.
Karşımızda büyük bir profesyonel vardı. Kullanılan dilin davetkar albenisine kanacak olursanız kendinizi geliş sebebinizin çok dışında bir yerde bulma olasılığınız söz konusu. Tüm konuşulanları not alıyormuş intibaı uyandıran yardımcı bir personel, sizin kendinizi önemli hissetmenizi sağlayan onlarca detaydan sadece biridir aslında. Zaman zaman cümle içerilerine serpiştirilen Amerikalar, İngiltereler, Almanyalar, İsviçreler, İskandinav Ülkeleri, Avrupa’nın önde gelen tıp fakülteleri ile irtibat halinde olunduğu izlenimi oluşturma çabaları da hiç gözümüzden kaçmıyordu.
Her şey başarılı bir film senaryosunda olduğu gibi ilerliyordu; bir pozitif bir negatif sahne, bir olumlu, bir olumsuz sahne, bir iyi bir kötü sahne… Sürükleyici olmak ve muhatabını istenilen noktaya götürmek için ustaca hamlelerin tanığı oluyorduk. “Bizim ülkemizde tıp çok iyi durumda aslında”, “vakıa sayısının çokluğu hekimlerimizin tecrübesini beklenenden çok evvel çok üst noktalara taşıyabiliyor ülkemizde”, “sağlık alanında iyi şeyler de yapıldı, yapılıyor, hak yemeyelim şimdi, yiğidi öldür hakkını yeme” gibi hazırda bekletilen cümlelerin sırası geldiğinde usulünce yerlerini alışlarını da izliyorduk.
Gösteri sona ermek üzereydi. Birbirimize baktık bir an. “Eeeee?”ler düştü sessizce. Birbirimizin gözlerine bakarak “yani ne?” diye sorduk hepimiz. Neyse, yine nezaketi sabırla kuşanarak lafa girdik. Bizim de hazır cümlelerimiz vardı elbette, “Allah razı olsunlar”, “ne kadar kıymetli şeyler söylüyorsunuzlar”, “çok hassas noktalara temas buyurdunuzlar”, “hay ağzınıza sağlıklar” eşliğinde bir girişten sonra, aylardan beridir süren hastalıkla mücadele sürecinde öğrendiğimiz bir takım tıbbî terminolojiyi de kullanarak “İyi ama hocam, biz bu hastamızı üç ay filan hastanede yoğun bakımda, bir buçuk ay evimizde yatar halde bakmamıza rağmen vücudunda en ufak bir yaraya rastlamamışken, sizin hastanenizde oluşan bu yaraların bir izahı olmalı değil mi?” diye sorabildi içimizden biri. İşte bundan sonrası çok kısa sürdü. Kapıda güzelce uğurlandıktan sonra, dışarıya çıktık.
Zihnimizi konuşarak devrilemeyecek ne kadar duvar varsa hepsine teker teker çarpan cümleleri hoyratça üzerimize boca etmekten ve üstelik bunu defaatle yapmaktan ne çok hoşlanıyoruz diye geçirdim içimden. Neyi konuşuyor olduğumuzun bir önemi de yok böylesi ortamlarda. Her neyi konuşursak konuşalım, elimizde boca etmeye dair bolca malzeme mevcut. Malzemesi tükenene malzeme tedarik etme konusunda bir hayli cömert ortamlar da tesis edilmiş durumda.
Muhtemelen çok iyi bir cv sahibiydi muhatabımız. Kuvvetle muhtemel alanında çok başarılı işlere imza atmış biriydi. İyi de bir insan olmalı, şüphesiz. Ama işte, sonuç olarak, yanlış olduğundan emin olduğumuz bir ses tonu bıraktı işte kulağımızda, hepsi bu. İyi de sorun nerede?
Hayatının en güzel çağlarındaki bir hemşireyi, kendisine verilen takip çizelgesindeki teknik direktiflere harfi harfine uyarken, hastanın yerine kendisini koyarak, merhametle, şefkatle, iyilikle güzellikle hastaya pozisyon vermesinden, iki güzel cümle kurmasından, bir güzel şiirden bir dize okumasından alıkoyan şey ne peki? Oysa biz biliyoruz ki, mesleğinde çok iyi bir gelecek arzu eden bu hemşire çok iyi bir insan. Olabildiğince nezaket sahibi, olabildiğince güler yüzlü, olabildiğince iyi olan ne varsa işte o, hepsi birden üstelik. İyi ama eksik olan ne?
Çok başarılı, arayışa girdiğinizde karşınıza çıkan üç beş profesörden biri olan doktor, muayenehanesine gittiğinizde, hastaya ait verileri kontrol ettikten sonra “bakın benim SGK MGK işim olmaz, ben parama bakarım, şu kadarı peşin alırım” derken aynı zamanda çok iyi tonton bir dede, çok iyi bir baba, mükemmel bir komşu da olabiliyor değil mi? Peki ama nasıl oluyor da böyle oluyor?
Şimdi ben bunları söyleyince, mevzunun bir “sistem sorunu” noktasına geleceğini düşünenleriniz varsa fena halde yanıldıklarını söyleyeyim. Sistem denen şeyi hazretleştirerek bütün sorunların çözüm noktası olarak oraya işaret buyurmaya inanan kişilerden değilim. Bilakis meselenin çok daha kişisel olduğu kanaatini taşıyorum. Bireysel olarak bocalıyor oluşumuzun farkındalığıyla elimize geçen her fırsatta bir şeyleri “boca ediyoruz” hepimiz. Ve üstelik bu çok yorucu.