“Bizim bize ettiğimiz” şeyin ne olduğunu ve bunun nasıl tahakkuk ettiğini konuşmaya başladığımız yerde, riskli sorulara gelip dayanırız.
Çünkü “biz” dediğimiz yerde bizi biz kılan topluluğun tamamını kastederiz ki, bu topluluğun “biz” katına yükselmesi, aynı inancı, bakış açısını, değer yargılarını, hükümleri ve kanaatleri paylaşıyor olmasını zorunlu kılar.
Dolayısıyla “biz” dediğimiz yerde öncelikle ferdi olduğumuz ümmetten, içinde yaşadığımız milletten ve aidiyet bağıyla bağlı olduğumuz topluluktan bahsediyoruz demektir.
Biz ilkini esas alalım ve ümmetin bugün maruz kaldığı en büyük tehlikeyi konuşalım.
Nedir bu tehlike?
Bu tehlike İslamofobidir. İslam korkusu, İslam’dan korku duymak demektir. Musevi ve İsevi toplulukların mamulü olarak ortaya çıkışı, İslam’ın doğuşuna kadar indirilebilirse de, siyasi planda Batı merkezli olarak tahakkuku Pasaklı İsabel (1451-1504) ile başlatılabilir.
Kimdir Pasaklı İsabel? Gırnata Emirliği’ni işgal ederek, Endülüs tarihine son veren olmakla yetinmeyip, 1478’de bu bölgede kurdurduğu Engizisyon’la yüz binlerce Müslümanı katleden, din değiştirmeye zorlayan Pasaklı İsabel…
Zanaatkarlıkları, sanatkarlıkları, tarımsal bilgiye sahip olmaları nedeniyle göçe zorlanamayan Müslümanların, artık Müslüman olmadıklarına dair bilgisi kesinleşene kadar gözlerine uyku girmeyen, iktidarından emin olmayan Pasaklı İsabel!
Reconquista süreci olarak da adlandırılan bu dönem, İsbael’in ölümüyle bitmemiş, 18. yüzyıla kadar devam etmiştir.
Bugünkü İslamofobi, belli siyasi ve tarihi koşullar gereğince ancak iki yüz yıl süresince uyutulmuş İsabel korkusunun, depreşmesinden değil planlı bir şekilde depreştirilmesinden başka bir şey değildir.
İlk riskli soru işte buradan doğuyor: Peki, Batı İslam korkusuna yeniden sarılmakta haksız da, biz Batılılarda bu korkunun uyanmasına (sebep de değil) vesile olmakta çok mu haklıyız?
Bakınız, soruyu “biz” olarak soruyoruz. Çünkü “biz” derken, Batı metropollerindeki halka yönelik katliamları yapan örgütleri şimdilik dışarıda tutarak söylersek, İslam coğrafyasında kendileri dışındaki Müslüman halkları tekfir edip, onlara savaş açan, ancak bu nedenle bizim kendilerini tekfir etmemizin mümkün olmadığı grupları da halen içimiz de tutmuş oluyoruz.
Lafı dolaştırmamıza gerek yok. Örneğin, DAEŞ’in oluşma nedeni ve savaşma tarzında, kendilerinin de özellikle vurguladıkları gibi her şey güya fıkha uygun görünüyor.
Ya da, Pakistan’da bir Müslüman mescidine bomba yerleştirerek yüzlerce Müslüman’ı katleden Taliban’ın İslam dışı olduğunu kim iddia edebilir?
Veya Boko Haram’ın İslam’a uygunluk ve yaptıkları her katliamı fetva alarak yapma iddiasını hemen çürütüvermemiz mümkün mü?
Burada, dünyanın (isimleri malum olan) büyük güçlerince Arizona çölünde imal edilip, mezkur örgütlere mal edilen adam kesme tiyatrolarını; uluslararası gizli servislerin bu örgütlerden satın aldıkları kimi savaşçılar yoluyla rakip ülkelerde, hatta bizzat kendi ülkelerinde gerçekleştirdikleri operasyonları ıskalıyor ve dolayısıyla İslam dünyasında hakimiyet kurmak isteyen güçlerin mezkur örgütleri kullanma ihtimalini göz ardı ediyor değiliz.
Ama lütfen dikkat buyurunuz: Bir şeye mekan olmaya uygun bir yapı üretilmişse, tümel manada mekanın kendisi değil ama tikel manada o mekan ve o yapının kendisinde mutlaka sorun var demektir.
Bu manada DAEŞ, Taliban, Boko Haram’ın uluslararası güçlerin kurdukları oyunlarda rol alabilmeleri de yine “biz”deki (ya da biz’in içindeki) varlığı inkar edilemez bir sakatlığa delalet eder.
Bu sakatlığı doğuran şey nedir diye düşündüğümüzde ise ikinci riskli soru ortaya çıkar: Mevcut fıkhın, değişen dünya şartlarına uygun olup olmadığı?
Şunu açıkça belirteyim: Bu soruyu sormak, ne mevcut fıkıh eleştirisiyle ne de fıkhı modernleştirme (rönesansçı bir maksatla dini sekülerleştirme) aruzuyla ilgili değildir. Bu soru ancak bir münevverin sorabileceği bir sorudur ki, biz de münevverler kulübünün bir sakası olduğumuza inanarak bu soruyu sorabileceğimize inanıyoruz.
Örneğin, “Obüsler ateş kustu” başlıklı bir haber “hak ettiler” şeklinde doğal bir tepkiye muhatap olmakla, artık konvansiyonel savaş döneminin sona erdiğine, elektronik savaş şatlarında toplu imhanın kanıksanmaya başlanan bir durum oluşuna karine teşkil ederken, bunun insani ve İslami sonuçlarını düşünmek, yorumlamak sadece münevverlere kalıyor. Çünkü düşmanın bunu hak ettiğini düşüneneler, “fakihler bu konuda ne diyorlar” deme gereği duymadan, mevcut şartları gözeterek kendi fetvalarını peşin peşin vermiş oluyorlar zaten.
Başka riskli sorular da var, ama bizim bize ne ettiğimizin somutlaşması açısından bu iki soru da yeterli gelecektir.
Batı’nın iflah olmaz siyasi düşmanlığını, İslamofobiyi de bir kenara bırakalım ve başımızı ellerimizin arasına alıp düşünelim. Gerçekten nedir bizim bize bu ettiklerimiz ve bunları önce durduracak sonra kalıcı olarak bitirecek şey nedir?
Bu sorunun cevabını vatanperverlik, milliyetçilik, kendi toplumunun menfaatini koruma, kendi geleceğini sağlama alma vb. saiklerle varlığını unuttuğumuz fıkıh ve varlıklarına itibar etmediğimiz fakihler üzerinden aramamız gerekiyor.
Fıkıh derken kuyuların temizlenme esaslarını kastetmediğimiz gibi, fakih derken de kadın sesinin helal olup olmadığını tartışanları kastetmiyoruz. Çünkü artık ne kuyu var ne de kadın sesiyle dolmayan bir mekan!
İlahi Şeriat’ın esaslarıyla, akli şeriatın gereklerini müştereken gözeten, İslami kamunun da üzerinde ittifak edeceği yeni bir bakış açısına ihtiyacımız olduğunu söylemek kalıyor geriye.
Elbette İslamofobiye şartlanmış bir Batı bizim için büyük sorundur. Ancak bizim bize hem de din adına ettiklerimiz de halı altına süpürülemez ve gizlenemez bir büyük sorundur.
İkincisinin üstesinden gelebilmemiz, birincisini daha kolay halletmemize neden olacaktır.
Biz bize sadece ve sadece hayır ve iyilik sununcaya kadar riskli soruları sormaktan kaçınmamız ise Kur’ani bir emir olan düşünme ve yorumlama sorumluluğundan kaçınmamızdan başka bir şey olmayacaktır.