Çocuklar ve camiler üzerinden tuhaf bir tartışma başladı geçtiğimiz hafta. Aslında tartışma demek de doğru sayılmaz. Zira tartışma anlamlı en az iki tarafın karşılıklı olarak birbirini tartmasına denir. Buradaki hadise daha ziyade bir yere konuşlanmış olanların başkaca bir sürü hesaplar üzerinden hareketle bir diğer tarafa anlamsızca çullanmasından başka bir şey değil. Neyse, maksadımız başka.
Şöyle cümleler kuruldu mesela: “İnsanları camiye çekecekler. Camilere oyun alanları yapıldı. Cemaat orada namaz kılıyor, çocuklar burada oyun oynuyor. Caiz mi, değil. Bunu söyleyince ‘adamlar ne güzel etkinlik yapıyor’ diyorlar. Senin etkinliğin batsın ya! Ne etkinliği bu. Yaptığın iş camiyi bozmak. Afedersin camiyi yarın kerhane haline getirmek.”
Kötü, çok kötü. Sadece kızılan şeyin kendisinden yola çıkılarak söylenmiş olduğunu düşünmek biraz saflık olur doğrusu. Eğer hareket noktası, çocukların camiye alışmalarını teminen camilere yapılan oyun alanları olmuş olsaydı üslup ve usul daha farklı olabilir ve biz de bunu bir fikir olarak kabul edebilirdik. Ama öyle değil.
Diyanet ile ilgili olarak bahse konu konuşmanın yapıldığı televizyon kanalının yakın geçmişteki yayınları ile birlikte bu konuşmayı ele aldığımızda asıl niyet de ortaya çıkmış oluyor. Bunu da bir kenarda bırakayım, ben başka bir şey anlatmaya niyetliyim bu yazıda.
Çocukluk yılları 1980 darbesi ile ortadan ikiye bölünmüş bir neslin ferdiyim ben. Zor yıllardı. Herkeste bir endişe vardı. Devletin milletle, milletin de kendi arasında fraksiyonlar halinde ayrıştığı yıllardı. Kardeşlerimle birlikte babamla annemin elinden tutup anayasa referandumunda tercihimizi bildirmek için aynı zamanda okulum olan İskenderpaşa İlkokulu’na gittiğimizi hatırlıyorum. Annemle babamın ortasında dururken küçücük boyumla her ikisine de bakarak ‘hayır mı verdik’ diye sorduğumda her ikisinin birden parmaklarını dudaklarına götürerek beni susturdukları yıllardan bahsediyorum.
Çocukluğumun okul dönemlerini İstanbul Fatih’te, tatil dönemlerinin tamamını Bursa Emirsultan’da geçmiş biriyim ben. İstanbul’da bulamadığımı Bursa’da bulan, Bursa’daki eksiğimi İstanbul’da tamamlayabilen şanslı çocuklardandım.
Çok güzel yıllardı benim nazarımda. Uzaklara kaçmalar, bisikleti olanların bisikletiyle bir tur atmalar, Bursa’da cilli, İstanbul’da misket oyunları, mahallenin delikanlılarına özenmeler, mahallenin delikanlıları ile mahallenin genç kızları arasında dönüp duran alengirli işlere muzip gülümsemeler bırakmalar, İstanbul’da yapamadığımız uçurtmayı Bursa’da Kayhan’daki marangozlardan çıta satın alarak hemen her gün altı köşe adıyla yapabiliyor olmak, İstanbul’da apartmanlar arasında bulamadığımız suyu Bursa’nın o eski çeşmelerinden doya doya içebilmek, ezberlenen yollar, Sirkeci ya da Kabataş-Yalova arası vapur seyahatleri, şehirlerarası otobüslerinde yoğun sigara dumanı eşliğinde yapılan o kötü yolculuklar sonrasında binilen dolmuşlar… vs.vs.
O günlerime geri dönüp bakınca bir sürü oyun alanımız olmasına rağmen, en çok vakit geçirdiğimiz cami avluları ve okul bahçelerinin biz çocukların en güzel oyun alanları olduğunu söyleyebilirim. Tabi okullarda ‘gıcık’ bir idareci camilerdeyse ‘huysuz’ bir ihtiyar tarafından kovulmuyorsanız.
Fatih Halıcılar Caddesi’nden Vatan Caddesine indiğinizde yolun bitiminde solda bir cami vardır, Molla Fenari İsa Camii. Bursa’da ise Yeşil istikametinden geldiğinizde Emirsultan Camii’ni geçtikten sonra sağınızda kalan cami Zeyniler Camii’dir. Bu iki caminin de benim yetişmemde katkısı çok ama çok büyüktür.
Molla Fenari İsa Camii’nin imamı Adem Hoca, Zeyniler Camii’nin imamı, aynı zamanda Allah uzun ve sağlıklı bir ömür versin anneannemin komşusu olan Hafız Amca (Sabri Yırıkoğulları) sorumlusu oldukları camilerin kapılarını bizim için ardına kadar açmışlardı. Ama ne açmak. Kiliseden dönme Molla Fenari İsa Camii’nin içindeki o eski sütunlar arasında saklambaç mı oynamadık, Zeyniler Camii’nin avlusundaki musalla taşlarını o acayip hararetli maçımız için minyatür kale mi yapmadık, Hafız Amca’nın dünya güzeli mavisinden Opel’ine tıkış tıkış binip pikniğe ya da yüzmeye mi gitmedik, minareyi en hızlı kim çıkacak ve minareden aşağıya bir ‘hey!’ bırakacak oyunu mu oynamadık, avludaki şadırvanda suyu esas oğlan yapıp çığlık çığlığa mı kaçışmadık.
Bütün bunları yapıp, hayatın tadını en güzelinden çıkarırken, ezan vakti geldiğinde, ‘hoca ezanı bana okutur mu acaba’ heyecanıyla kalbimiz yerinden çıkacak gibi olur, en ferahından abdestlerimizi alır, safın en sonuna usulce konuşlanır, cemaate tesbih dağıtır, yeri gelir üç kulhüyü titreyen sesimizle okur, camiden çıkarken cemaatin başımızı okşaması bizi deliler gibi mutlu ederdi.
Elifbayı elimize alıp, takkeyi kafamıza geçirip, sabah mahmurluğuyla yola koyulup, son esneyişimizle camiye düştüğümüzde eğer karşımızda bu iki saygıdeğer insanı bulmamış olsaydık, belki de biz o günlerde büyüklerimizin ‘kötü çocuk’ diye bahsettiklerinden olacaktık. Çünkü camiler dışındaki hayat gerçekten çok alımlıydı, çok cazipti. Bizi oralardan çekip aldı bu iki güzel insan. Hafız Amca bugünlerde hala bir zamanlar imamlığını yaptığı caminin cemaati. Adem Hoca’yı en son yıllar evvel, Nişanca Mehmet Paşa İlkokulu ve Ahmet Rasim Lisesi’nin bulunduğu muhitteki evinde görmüştüm. Sonrasında bir daha göremedim. Allah onlardan binlerce kere razı olsun.
Şimdi, TGRT’nin resmi ve kadrolu hocasının söylediklerinin bendeki karşılığının ne olduğunu tartışmaya gerek var mı diye soruyorum hepinize. Cevaplarınızı duyar gibiyim, eyvallah.
İşin bu tarafı böyle.
Bir de şu var; Kişisel/kurumsal ya da örgütsel hesapları söz konusu olduğunda cami ile bilmemnehanenin adını aynı cümlede kullanma cüretinde bulunanlardan beri olduğumuz bilinsin isteriz, o kadar.