Avusturya-Macaristan veliahtı Arşidük Ferdinand’ın Saraybosna’da öldürülmesiyle, 28 Haziran 1914 tarihinde başlayan I. Dünya Savaşı, 11 Kasım 1918 tarihinde sona ermişti.
Bu münasebetle, yetmiş devletin yöneticisi geçtiğimiz günlerde Paris’te toplandılar.
Fransa’nın ev sahipliğinde gerçekleşen toplantıya katılan liderler, Şanzelize Caddesi’nde yapılan konuşmaların ardından, Zafer Takı ve Meçhul Asker Anıtı’na kadar birlikte yürüyerek güya bir kutlama yaptılar.
Ancak, söz konusu kutlama, geçtiğimiz yüz yıllık zaman diliminde Hint kıtasında; Kuzey, Güney ve Doğu Afrika’da; Türkistan’da; Horasan’da; Karadeniz çevresinde; Balkanlar’da ve hassaten Orta Doğu’da kısa aralıklı dinlenmelerle süren savaşın, kendi coğrafyamızda yeniden “gemi azıya almış olması” bakımından akıl sahiplerinin haklı itirazlarına maruz kaldı.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, Le Figaro tarafından, törene denk gelecek şekilde yayınlanan makalesinde yer alan “Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin her döneminde komşularının toprak bütünlüğüne saygı göstermiş, onların barış ve istikrarını destekleyici adımlar atmıştır. Bölgemizde yeni Sykes-Picot paylaşımlarının yapılmasına itiraz etmek veya DEAŞ, PKK ve FETÖ gibi terör örgütleriyle mücadele etmek, tam olarak komşularımıza gösterdiğimiz bu saygının ve aralarında bulunduğumuz Avrupa milletlerinin güvenliğinin gereğidir.” şeklindeki sözleri ise belirttiğimiz haklı itirazı destekliyor gibiydi.
Sykes-Picot, Trandafir G. Djuvara’nın “Türk İmparatorluğunun Paylaşılması Hakkında Yüz Proje (1281 – 1913)” adlı kitabını çeviren Pulat Tacar’ın, kitaba yazdığı önsözdeki, “Türk İmparatorluğunun Paylaşılması Hakkında Yüz Proje, tarih boyunca çeşitli düşünürlerin, din veya devlet adamlarının Anadolu Selçuklu, Memluk ya da Osmanlı Devleti’nin parçalanmasını öngören projeler ürettiklerini, ancak o dönemde kendi aralarındaki rekabet ve öz çıkarları nedeniyle bunları yürürlüğe koyamadıklarını göstermektedir. Bu durum 19. yüzyıldan itibaren artan ulusçuluk hareketleri dolayısıyla değişmiş, Osmanlı Devleti’nin fethettiği Avrupa topraklarından yaklaşık iki yüz yıl süren geriye çekilmesi hızlanmıştır” tespitine doğrudan doğruya bitişen “101. paylaşım projesidir”.
3 Ekim 2017 tarihli Yeni Şafak’ta yer alan yazımda “Şeytanın rüyası” olarak nitelediğim, İngiliz müzakereci (Yorkshre baronu ve milletvekili) Sir Mark Sykes ile Fransız müzakereci (Beyrut konsolosu) Francois Georges-Picot tarafından, 16 Mayıs 1916 tarihinde Osmanlı’nın Anadolu ve Ortadoğu mülklerinin taksimine mahsus olarak imzalanan o anlaşma hakkında, James Barr’ın “Kırmızı Çizgi – Paylaşılamayan Toprakların Yakın Tarihi”ndeki tespitlerine yaslanarak şunları zikretmiştim:
“Bu anlaşmanın en can alıcı iki özelliğinden biri, anlaşma masasında birinci derecede bir temsilciyle yer almayan Yahudilere ve Ruslara da taksimde pay verilmesi, diğeri ise Arapların Osmanlı’ya karşı isyanının resmileştirilerek uygulamaya konulmasıdır.
Sykes-Picot Anlaşması’na esas paylaşım haritasına göre, söz konusu mülkler Mavi, A, B, Kırmızı ve Kahverengi bölgeler olarak beşe ayrılmaktadır. Haritada belirtilmeksizin İstanbul ve Trabzon’un Rusya’ya bırakıldığı da bilahare ortaya çıkacaktır.
Sykes ve Picot bu harita üzerinde anlaşırlarken, geri planda Kahire’deki İngiliz temsilcisi Sir Henry McMahon’un, Osmanlı’ya isyanı karşılığında Mekke Emiri Şerif Hüseyin’e verdiği Arap bağımsızlığı sözüne inanır gibi yapmışlar, ancak sonradan Sykes’ın çöldeki sırrını –Akdeniz kıyısındaki Akka’dan İran sınırına yakın Kerkük’e- İngiliz Yüksek Komiseri’nin Hüseyin’e önerdiği bölgeyi ikiye bölmekte kullanmışlardı. Sınırın kuzeyi Fransız, güneyi de İngiliz koruması altına girecekti.
Bu iki alanın içinde Fransa ve Britanya’nın istediklerinde tam kontrol kurabilecekleri bölgeler vardı. ‘Mavi’ Fransız bölgesi Suriye ve Lübnan sahilini kapsıyor, modern Türkiye’ye doğru uzanıyordu. ‘Kımızı’ İngiliz bölgesi de Güney Irak’ta mevcut İngiliz köprübaşını Bağdat’a uzatıyor ve ayrıca Hayfa Limanı’nı kapsıyordu. Filistin kahverengi resmedilmişti. İki taraf da müttefikleri Rusya’nın onayını istedi ve anlaşmayı mektuplaşmalar sonucunda 1916’nın Mayıs ayında sonlandırdılar. Anlaşma o an için gizli tutuldu zira dönemin standartları açısından bile fazla çıkarcı bir anlaşmaydı ancak gittikçe daha çok insan mevcut savaştan dolayı emperyal yayılmayı suçlamaya başladıktan sonra da büyük yankı uyandırdı.
Fransızlar Britanya’dan kopardıkları taviz konusunda çok mutluydular. (…) Öte yandan İngiltere korkmuştu. ‘Bana öyle geliyor ki’, diye yakınıyordu Britanya’nın Askeri İstihbarat Şefi, ‘daha çok, ayıyı öldürmeden postunu paylaşan avcıların konumundayız.’ İş arkadaşları anlaşmanın maddelerinin nihai olmamasını umuyorlardı. Georges-Picot tarafından bir anlaşmaya zorunlu tutulmuş olmaktan pişman olarak, yan çizmelerinin ve özel olarak Filistin’in tatmin etmeyen statüsünden dolayı savunmalarında kalan açığı kapatmanın yollarını aramaya başlamışlardı.
Bunu yapmak için, İngilizler yıllardır hükumet kulislerinde dolaşan bir fikri gündeme aldılar. Bu da Siyonizm’i –yani Filistin’de bir Yahudi devleti kurmak için yapılan henüz pek başarılı olamamış politik kampanyayı- desteklemekti.
T. E. Lawrence, Arap isyanını başlatmak için bölgeye tekrar gönderildi ve söz konusu anlaşmadan yaklaşık bir ay sonra da Şerif Hüseyin Mekke’de Osmanlı’ya karşı, bölgede başka bir örneği de asla gerçekleşmeyen isyanı başlattı.
Anlaşmadan bir yıl sonra, 1917 İlkbaharında ABD savaşa girdi ve Rusya’da Bolşevik devrimiyle çarlığa son verildi. Bu nedenle karar (paylaşım) mekanizmalarında emperyal planda meydana gelen bu değişmeye göre, Filistin’de Yahudi yerleşimlerinin sağlanması ve ardından da Yahudi devletinin kurulması planına hız verilmesi gerekecekti.
Nitekim bu fazla gecikmedi. İngiliz Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour’un adıyla anılan, 2 Kasım 1917 tarihli Balfour Deklarasyonu’yla, Sykes-Picot Anlaşması (iptal edilerek değil) geriye itilerek, her iki uygulamanın da önü açıldı.
Burada şu bilginin altı önemle çizilmelidir: Söz konusu plana mahsus müzakerelerin başkanlığına da yine Sykes getirilmişti.
Hem bu fiili duruma hem de Sykes’ın ‘Bizler Siyonizm’e, Ermeni özgürlüğüne ve Arap bağımsızlığına hizmet ediyoruz’ şeklindeki beyanına göre, Balfour Deklarasyonu’yla Sykes-Picot Anlaşması da, olası değişikliklere açık olarak, İngiltere, Fransa, Rusya ve ABD’nin gözetiminde Yahudilere (1948’den sonra da İsrail devletine) bırakılmıştı.
Sykes-Picot Anlaşması’nda kendilerine yer bulamayan Kürtlerin, Barzani önderliğinde devlet olma hayali kurmaya başlamaları, Ermenilerin uzun bir süreden beri Türkiye’nin ve Azerbaycan’ın sorunu haline getirilmeleri, Basra Körfezi’nin emperyal hakimiyete açılması niyetleri, ABD’nin Arap şeyhlerini haraca bağlaması, Türkiye’ye 17/25 Aralık ve 15 Temmuz’daki emperyal girişimlere rağmen Mısır tarzında diz çöktürülememesi… gibi, İsrail merkezli planlar ve girişimler, söz konusu değişikliğe mahsus yapbozun olmazsa olmaz parçaları olarak önümüzde dizili durmaktadır.
Dolayısıyla, salt bugünkü hadiselerden yola çıkılarak yapılacak her tür değerlendirme, İkinci İsrail’in kuruluşuna, Arz-ı mev’ud’un tahakkukuna bağlanmakta ve bu manada Sykes-Picot Anlaşması, şeytanın gördüğü rüya niyetine İsrail ve hamileri tarafından zımnen hafızada tutulmaktadır.”
Bu durum Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı da kaygılandırıyor olmalıdır ki, Sykes-Picot’a atıf yapma ihtiyacı duymuştur.
Zira I. Dünya Savaşı’nın yüz yıllık paylaşımı hala tamamlanmamış olup, ilgili hareketlilik şimdi bizlerin tanıklığında, hem burnumuzun dibindeki coğrafyada hem de kendi ülkemizde son on beş yılda vuku bulan darbe girişimleriyle devam etmektedir.
Bitmeyen paylaşımın yüzüncü yılı
