“Birleşmiş Milletler” terimini ilk kullanan kişi Franklin D. Roosevelt’tir (ö. 1945); Hitler liderliğindeki Almanya’nın ilerlemesini durdurmak için bir araya gelen devletleri (müttefik güçler’i) ifade etmek için kullanmıştır.
1 Ocak 1942 tarihli Atlantik Bildirisi’nde müttefiklerin kendilerini “United Nations Fighting Forses” olarak tanımlamaları üzerine resmiyet kazanan bu ifadenin kurumsal bir yapıya dönüştürülmesi için peş peşe toplantılar yapılmış ve nihayet ABD, İngiltere, Fransa, Rusya (O zamanlar SSCB) ve Çin’in temsilciliğinde, elli ülkenin katılımıyla, 25 Nisan 1945’te düzenlenen San Francisco Konferansı’nda 111 maddelik bir anlaşma metni hazırlanmıştır.
25 Haziran 1945’te oylanan ve oybirliğiyle kabul edilen bu metnin, 26 Haziran’da imzalanmasıyla da Birleşmiş Milletler kurumlaştırılmıştır.
İşin yakıştırılmış hikâyesi ve gösterilen yüzü budur.
Birleşmiş Milletlerin gerçek hikâyesi ve gösterilmeyen yüzü ise bambaşkadır.
Kamunun bildiği şekliyle, Birleşmiş Milletler örgütü içindeki ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin’inden oluşan Güvenlik Konseyi her konuda etkindir, belirleyicidir.
Alınan kararlarla ilgili veto hakkına sahip bulunan bu ülkeler, kendilerini dünyanın hâkimleri olarak konumlandırmış, Birleşmiş Milletleri de sanki bu konumlanmada ortaya çıkacak muhtemel problemlerin hal yeri ve dünyaya yönelik yeni paylaşımların pazarlık üssü olarak kurmuşlardır.
Çok yaygın ve yalanlanmamış olan iddiaya göre, Güvenlik Konseyi’nin bir gerisinde Astor, Bundy, Collins, DuPond, Freeman, Habsburg, Lord, Morgan, Oppenheimer, Rothschild, Rockefeller, Russel ve Warburg’tan oluşan ve çoğunluğu Yahudi olan on üç aile (aynı zamanda dünyayı mülk edinme iddiasındaki on üç uluslararası şirket) bulunmaktadır.
Bu ailelerin / uluslararası şirketlerin gerisinde ise Kabbala ve dolayısıyla Masonik bir yapı yer almaktadır.
Bunlara göre varılan yorum, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla birlikte değişen dünya dengelerinin, yeni zamanın modern imparatorlukları olan beş (İsrail ile birlikte beş buçuk) devlet lehine kurulmasıdır.
Diğer bir ifadeyle, dünya siyasetinin tahterevallisinde, dünyanın hakimi olduklarını iddia eden 5 büyük ağırlığın bir uca, hali hazırdaki sayısı 188 olan ve dolayısıyla ağırlık kabiliyetinden yoksun bulunan (veya böyle gösterilmek istenilen) üyenin ise diğer uca oturtulmak suretiyle, dünya dengesinin salt güçlünün dengesi(sizliği)nde sabitlenmiş olmasıdır.
Bugünkü fotoğrafı itibariyle de Birleşmiş Milletler, İsrail dahil beş buçuk çetenin, beş buçuk sömürgecinin, beş buçuk zalimin, kendi çıkarlarını merkeze alarak dünya milletleri üzerinde yürüttükleri operasyonlara kılıf biçtikleri, mizansenler uydurdukları bir çatı örgüt hükmündedir.
Belirtilen nedenlere bağlı olarak dünya üzerinde Müslüman münevverler ve Solcu entelektüeller Birleşmiş Milletlerin malum yapısına muhalefet etmişlerdir.
SSCB’nin yıkılmasıyla sahipsizleşen solcular, kültürel hegemonya yoluyla güçlü kalma şeklindeki moral (ve sanal) bir avuntuya kapılarak geriye çekilince, mezkur muhalefeti sürdürmek sadece Müslüman münevverlere kalmıştır.
Birleşmiş Milletlerin Filistin zulmü çevresinde İsrail’e yönelik aldığı, altmış beşi ABD tarafından veto edildiği için uygulanamayan yaklaşık iki yüz kararın bile tek başına zorunlu ve geçerli hale getirdiği söz konusu muhalefetin haklılığı, örgütün son 71. Genel Kurulu’nda iki liderin yaptığı konuşmalarla daha görünür hale gelmiştir.
İki konuşmadan biri Barack Hussein Obama’nın konuşmasıdır.
İslamofobyadan DAEŞ’in varlığına, Myanmar’daki zulümden zenginliğin birkaç elde toplanışına, cinsiyet ayrımcılığından, Batı’nın bertaraf edilmeleri için haklarında ölüm timleri oluşturduğu mültecilere kadar birçok konuyu içeren ancak perspektifi ve yaklaşımları itibariyle tam bir ikiyüzlülük beyanı olan o konuşmasında Obama, ABD’nin Birleşmiş Milletler üzerinden gasp ettiği haklara ve buna yaslı olarak Irak’ı ve Afganistan’ı işgal edişine dair tek kelime etmediği gibi, Suriye konusunda iplerin Pentagon’un elinde bulunduğunu, dolayısıyla kendi yönetiminin bu konuda çaresiz olduğunu da ustalıkla gizledi.
Filistin’le ilgili “İsrail’in kalıcı olarak Filistin topraklarını işgal edemeyeceğini görürse ve Filistinliler de tahriklere son verip İsrail’in meşruiyetini kabul ederse, iki taraf da bu durumdan faydalanır” şeklindeki sözleri ise vaki ikiyüzlülüğünün tescili mahiyetindeydi.
Bununla, İsrail’in Filistin direnişini kırmak için işgalinin devamında yarar gördüğünü, ancak kesin ricatten yani İsrail’in meşruiyetini kabul ettikten sonra, Filistinlilere yeni durumlarına, ABD ile İsrail’in takdiri (lütfu) doğrultusunda uygun bir çözümün önerebileceğini söylemiş oluyordu.
En net şekliyle Obama’nın 71. Genel Kurul konuşması, dünyanın gözünün içine baka baka söylenmiş yalanlarla, ABD işgallerini meşrulaştırma çabasıyla, ellerindeki kanı makul gösterme çirkinliğiyle, ahlaksızın ahlakçılık gösterisiyle, vicdansızın vicdan yapmasıyla örülü bir konuşmaydı.
İkinci konuşma ise Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın konuşmasıydı.
O konuşma, Erdoğan’ın dünya üzerinde yalnızlaştırılmaya çalışılmasının, hakkında olumsuz algılar üretilmesinin nedenlerini de açık eden bir konuşmaydı.
Çünkü Erdoğan, beş buçuk çetenin liderine, Birleşmiş Milletler adıyla kurdukları yapının çirkinliğini; dengesizlik dengesinin mevcut zulümleri, işgalleri ürettiğini söylemekle kalmıyor, “burada beyan ettiğiniz üzüntülerde, adalet ve paylaşım konusundaki iyilik önerilerinizde samimi iseniz, yoksul, madun milletleri de içine alacak şekilde dünya dengesini yeniden oluşturun” diye sesleniyordu.
Maddeleştirerek bakacak olursak Erdoğan, çocukların öldürüldüğü bir dünyada kimsenin masumiyetten söz edemeyeceğini; Irak’ta, Suriye’de işlenen cinayetlere, Mısır’da demokrasinin katledilmesine itiraz edenlerin ithama maruz kalmalarının kabul edilemeyeceğini; ABD tarafından işgal edilen yerlerde varlık imkânı bulan teröristlerin çifte standartlı uygulamalardan güç ve cesaret kazandıklarını; Batı’nın mülteciler konusunda insanlık ve vicdan dersinden sınıfta kaldığını; terörle mücadelesinde Türkiye’nin yalnız bırakıldığını söylemek suretiyle, Müslüman münevverlerin Birleşmiş Milletler, beş buçuk çete ve zorba Batı konusunda yıllara baliğ olan itirazlarına, tepkilerine de tercümanlık etmiş oldu.
Özetle birilerinin “kral çıplak” demesi gerekiyordu ki bunu söylemek Erdoğan’a nasip oldu.
O bunları söylemeseydi, başta Birleşmiş Milletler’in “Bir Leşmiş Milletler” olarak doğru kaydı tarihen mümkün olmayacak, Müslüman münevverlerin ilgili itirazları, tepkileri de boşluğa düşmüş olacaktı.