Amerika tarafından planlı olarak başlatılan ve en kritik sınırına kadar pompalanan döviz spekülasyonuyla gerilimli günler yaşadığımız malumdur.
“Neyse ki, geçti” diyeceğiz ama, geçen sadece bu olacak, Trump ile Yahudi damadının başı çektiği “özel bir yangın ekibi” tarafından, doğrudan milletlerin haysiyetlerine ve istiklallerine kasteden bir savaş aracı olarak ekonomi, bundan sonra kendisini daha fazla hissettirecek. Sadece bizde değil elbette; küresel bir savaş olarak İran’ı, Çin’i, Japonya’yı, Rusya’yı… da işin içine katmak suretiyle yaşayanların enselerinde sallanan bir kılıç olarak sürdürecek varlığını.
Evet, gerilimli günlerden çıktık; birlikte yaşadık birlikte gördük söz konusu savaşı. Bu nedenle ilgili bahisleri uzatarak ne gerilimi süreklileştirmeye ne de ekonomik ıstılahlar içinde lafzen resmigeçitler tertip etmeye gerek yok. Artık daha umutlu yarınlardan, kalıcı tedbirlerden, tasarruftan, derlenip toparlanmadan söz etmenin yeridir.
Ben de bunu yapmak istiyorum ama, malum günlerde, Marksist bir terim olmayan ancak Marksist yorumuyla meşhur olan ekonomipolitiği, dudaklarını yaya yaya söylemekten ve dolayısıyla “bak yoldaş, alt yapı üst yapıyı belirler” diyerek, Marks’tan yarım yamalak öğrendiği bir sloganı, yanlışlanması mümkün olmayan evrensel bir doğmaya bağlayan “aslan sosyal demokratları” fellik fellik aradığımı ve ne yazık ki bulamadığımın altını çizerek belirtmek istiyorum.
Oysaki tam da Marksist nutuklar atmanın, Kapital içinden vahşi kapitalizmin emperyalist temsilcisi Amerika’ya okkalı sözler giydirmenin zamanıydı. Ama yok, çünkü malzemenin kıymetini bilen yok, o malzemenin yokluğunu, numune kabilinden de olsa dert edinecek solcu ve ulusolcu yok.
Kriz günlerinde, solculuğu ve ulusolcuğu temsil eden gazetelere dikkatlice baktım. Erdoğan nefretiyle sadece gören gözleri değil, basiretleri dahil tüm gözleri körleşmiş olan köşe yazarlarının tek müşterek kaygısı, Amerikan yönetimli döviz spekülasyonu üzerinden Başkan Erdoğan’a spekülatif saldırılarda bulunmaktan, ona acziyet ve yetersizlik isnat edebilmek için kırk dereden su taşımaktan ibaretti.
Elbette, ilk sayısında “Çıkmazdan Kurtuluş Yolu – Aydınların Ortak Bildirisi” ibarelerini kapağına işleyen Yön dergisi geldi aklıma; Doğan Avcıoğlu’nu, yakın arkadaşlarından Mümtaz Soysal’ı andım. Onlardan bugüne, sadece ihanet metinlerine imza atmayı sürdürme geleneğinin; kendilerini solcu ve ulusolcu olarak niteleyen bir sürü sözüm ona aydının, lafı dolaştırmadan söyleyecek olursak köşe yazarı namıyla bir sürü müptezelin kalmış olması ne kadar da ilginç!
Bu tayfadan, hem de kulağı kesiklerden biri, Atatürk ve İnönü devirlerini es geçerek, efsanevi iktidarların sonunu getiren döviz krizlerini merhum Adnan Menderes ile başlatıp, Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Turgut Özal ve Tansu Çiller ile devam ettirerek Başkan Erdoğan ile irtibatlandırıp, zevkten dört köşe olarak şu sonuca varıyordu:
“Erdoğan efsanesi eridi. Eridiğini şu göstergeye bakarak çıkarıyorum: Bol kepçe devlet destekleri, kredi imkanları sunduğu büyük patronlar (TÜSİAD ve TOBB başkanları) ‘Faiz senden büyüktür. Artık onu kabul et ve durumu düzelt’ diye okunacak açıklamalar yaptılar. İstanbul Esnaf ve Sanatkar Odaları Birliği Başkanı da ‘stokçuluk başladı’ diye acı uyarımı verdi. Büyük patronlar. Ve büyük esnaflar. Yeni paket bekliyorlar. Bedeli halk ödeyecek. Diğer efsanelerin bittiği dönemlerde de bedeli hep halk ödemişti. Döviz biter. Bedeli halk öder. Efsane erir. Ders alınsaydı. Tarih tekerrür etmezdi.”
Bunları okuduktan sonra “Hadi sen Ömer ol da, ancak Marksist ekonomipolitiğin ezberiyle cümle kurabilen romantik devrimcileri bile mumla arama!” deyiverdim.
Neyse ki, yukarıdaki alıntıyı yaptığım gazeteden, Doğan Avcıoğlu gibi ses veren biri olmasa da en azından olayı doğru görmeye çalışan biri aynı tarihli yazısında,
“Bizim Mahalle’den bazı arkadaşlar diyor ki: ‘Erdoğan’ın ne hali varsa görsün!’ Nefret düşüncenin düşmanıdır. Kaldırın şu kafanızı Türkiye’den, dışarı bakın biraz! Dört gün önce vefat eden -Marksist bağımlılık teorisinin savunucusu- Samir Amin’i okuyunuz.”
Samir Amin, “Liberal Virüs/Sürekli Savaş ve Dünyanın Amerikanlaştırılması” adlı kitabında, “Çok kutuplu dünyanın inşasını görmek istiyorum ve bu; Washington’un, gezegenin askeri kontrolüne yönelik hegemonik projesinin yenilmesi anlamına geliyor” diyormuş. Bunları naklettikten sonra ilgili yazar sözlerini şöyle bağlıyor:
“(Samir Amin) Haklı. Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası, IMF yani ABD emperyalizmiyle mücadele etmeden bağımsızlık olmaz. Emperyalizme karşı mücadeleyi 1838’deki İngiliz Ticaret Sözleşmesi’nden beri yapıyoruz. Bugün tarihsel süreç Erdoğan’ı safımıza getirdi ise, ‘sen gelme’ mi diyelim; tekrar emperyalizmin kucağına mı itekleyelim? Çin’den Rusya’ya- İran’dan, Irak’a- Güney Afrika’dan Venezüella’ya yakınlaşmasını görmezlikten mi gelelim?
‘Liberal virüs’ kimi arkadaşları kör etti!”
Ben de böyle söylemeden geçemedim: Solcu ve ulusolcu olmak, vatan satıcı olmayı gerektirmez. Gemi alegorisini bir yana bırakalım, Türkiye’den başka bir Türkiye, Erdoğan’dan başka bir Erdoğan yok!
Bu gerçeği tek bir solcunun anlaması bile bu vatanın ve bu milletin faydasınadır.