Ali Küçük Hoca vefat etti. Konya İslamcılığının romanını kaleme alacak yazarın görmezden gelemeyeceği bir karakter olacaktır. Allah rahmet eylesin.
Lise hayatımda kendisinden senelerce tefsir dersi dinlemişliğim var. Kuzgun karası saçlı, ondan da kara sakallı, aydınlık yüzlü, tatlı dilli ve artık ne kadar olabilirse o kadar “yerli” bir Selefiydi. Başka bazı hocalarımız onun hakkında, “Hayır demeyi bilmez” derlerdi, biraz da şikâyetle. Bu küçük yakınmanın, ona olan sempatimi artırdığını bilirdim.
Tefsir derslerinde, biraz da yaşımıza, ebadımıza uygun tutmak kastıyla, kısa sureleri tercih ederdi. Edebi ve sosyolojik, yani tam da Seyyid Kutub’un açtığı yoldan ilerleyen bir üslup tutturur, ayetlerin çağrışımları üzerine çeşitlemeler yaparak konuşur, başka müfessirlere nadiren atıflar yapar, nükte sever, taşı gediğine koymayı ihmal etmez, heyecanı canlı tutmanın bir yolunu her zaman bulurdu.
Ama Konya İslamcılığı içinde, bütün o Selefiliğine rağmen, belki de andığım portresini oluşturan nitelikler sebebiyle yeterince merkezi bir figür değildi. Daha sert olmasını bekleyenleri karşılıksız bırakan bir munisliği, daha marjda durmasını umanları boşa çıkartan bir uzlaşmacılığı vardı. Bizim de bir süre okuduğumuz bir “İslami kolej”in kurucu temsilcisiydi mesela. Yani bu okulun para işlerine bakan, tahsilatına koşturan, eksik gediğini kovalayan bir idarecisi. Bütün bu koşturmaca onu, uzlaşmaz bir selefi Arap olmaktan çıkartıyor, İç Anadolulu bir selefiye dönüştürüveriyordu.
Konya, dokuzuncu yüzyılın Kufe’si ya da Basra’sı gibi bir tartışma ve cedel muhiti miydi? Şimdi zihnimde tam da buna benzer bir resim canlanıyor. Envai çeşit İslamcı fırkanın, fraksiyonun, grubun, örgütün yer tuttuğu, bunların her birinin bir iki sene zarfında içlerinden yeni hizipler çıkarttığı, teşekkül ve temeddün dönemi şehirlerinden birine benziyordu Konya. Birkaç çeşit mealcilik, en az üç tür İrancılık vardı diyeyim, siz gerisini anlayın. Hz. Mevlana’nın ebedi istirahatgâhıydı ama onu hatırlayan pek çıkmazdı. Nakşi bir medrese muhitinin ürünü olan, şöhret ve etki bakımından ikinci Mevlana diyebileceğimiz Hacıveyiszade Mustafa Kurucu Efendi, yakın dönemde vefat etmesine rağmen, çoktan yaşlı ve geleneksel Konyalıların hafızasına terk edilmişti. Bin şu kadar senenin, Mesnevi’nin, Fusus’un, Konevi’nin, Hadimi’nin, Memiş Efendi’nin Konya’sı, İslam’ı yeniden keşfeder gibi bir telaş ve ihtilaç halindeydi.
Ali Küçük Hoca, okulda, yurtta, camide ya da evde senelerce ve sürekli tefsir dersleri yaptı. Çağrılan her yere yetişmeye çalıştı. Bazen, şehirlerarası bir otobüs yolculuğunun bittiği yerde kendisini bekleyen üç-beş hevesli gençle buluşur, dersini yaptıktan sonra dinlenemeden döner ya da çoğu kez bizimle yaptığı gibi, sabah namazından sonra bir camide toplanmış mahmur ve meraklı çocuklara Tekvir Suresi’ni anlatırdı. Onun sayesinde lise yıllarımda birçok kez baştan sona meal, epeyce cilt tefsir okuyabildim. Onun dili ve söylemi, Kur’an-ı Kerim’in işlemeli kılıflarından çıkartılması gerektiği, hayata sokulmasının icap ettiği, Mushaf’ı belden yukarı tutma çabasının ona duyulan saygının bir işareti olmadığı, Kur’an-ı Kerim’in anlaşılması için doğrudan meal okumanın tavsiye edildiği ve bütün bu vurguları sebebiyle Anadolu’nun dindarlık alışkanlıklarının sağını solunu çatlatan çağdaş bir söyleme eklemlenen türdendi. Bu söylem sayesinde babalarımıza meydan okuyabiliyor, onlarla yollarımızı ayırabiliyor ve onları “atalar dini”ne mensup kılabiliyorduk.
Hemen her şehirde benzer hocaların bulunabileceğini sanıyorum. Bu hoca kadrosunun bir kısmı Türkiye’de ya da yurt dışında İlahiyat okumuşlardı. Çoğuysa, mektepli değil alaylı İlahiyatçılardı. Belli bir yönteme tabi olmadan, serbest okumalardan müfessir, kelamcı, hatta müctehid olarak mezun olmuşlardı.
Ali Küçük Hocamı rahmetle anıyorum. Mekânı cennet olsun. Onun ve benzeri hocaların söyleminin, Konya’nın, derin Konya’nın geleneksel bilgi birikimine ve bin senelik Konya mektebinin metafizik, felsefi ve tasavvufi bir muhtevayı terkip ettiği hafızasına kulak vermiş olmalarını da isterdim.
Biz birkaç arkadaş, bu selefi söyleme teslim olmamayı, yine başka bazı hocalarımızın bize edebiyat ve felsefe okutmalarına borçluyuz. Edebiyat ve felsefe bize, insanlığın birikimini yok saymamayı öğretti. Türk dindarlığının, tarihi tecrübenin içinde sınanmış, hesabını vermiş, böylece mukavemet kazanmış yönüne dikkatimizi çekti. Kur’an-ı Kerim’i hayatımıza sokalım ifadesindeki, hayatla çelişik tavrı ve kitabiliği gösterdi. Ali Hocamı rahmetle anarken, o hocalarımı da minnetle yâd ediyorum.