Gülen Örgütü tasavvufi bir hareket midir? Lideri bir şeyh, bağlıları birer mürit midir?
Evrad, ezkar, nafile ibadet çağrısı, gözyaşı ve rüyalarla inşa edilen bir idrak, tasavvufi çağrışımlara sahip görünüyor. Bu çağrışımları destekleyen gizem, batıni yorum ve mahviyet temsiliyle örülü din dilinin katkısını da eklersek, sahaya yabancı birinin örgütü bir tarikattan ayırmasına imkân kalmıyor.
Yanı sıra önemli bir husus olarak, bu yapının, Batı’da özellikle tasavvufi bir muhtevanın taşıyıcısı gibi de görünmek istemesindeki kasıt düşündürücüdür. Mesela Amerika’daki çatı kuruluşlarının ismi Rumi Foundation (Mevlana Vakfı).
Gülen’in Kalbin Zümrüt Tepeleri adıyla dört ciltte topladığı yazıları da, tamamen tasavvufi içerikte. Kuşeyri Risalesi ve Kûtu’l-Kulûb gibi bir tasavvuf klasiğinde rastlanabilecek türden tevbe, zühd, üns, heybet, marifet, insan-ı kamil vb halleri, makamları, bir tarikatı oluşturan unsurları, hatta “sofi” ve “mürşid” gibi örgütün esastan yabancı olduğu umdeleri uzun uzun anlattığı bir kitaptır bu.
Bütün bu ve başka bazı unsurlar, bu yapının, aynı zamanda tasavvufi de bir havada olduğu fikrini yayıyor. Aslında bir tarikat olmadığı biliniyor ama hiç değilse tasavvufa açık, tasavvuftan “yararlanan” bir hareket olduğu fikri kabul görüyor.
Oysa daha yakından bakıldığında tasavvufi olmaktan ziyade, sözde-tasavvufi (pseudo-sufi) diyebileceğimiz bir durum söz konusu. Bunun bir sebebi şu: Bu yapı da, kitlesel ve uzun ömürlü birçok modern İslami hareketin stratejisini uygulamış, bağlılarının entelektüel, duygusal, manevi, estetik, aksiyonel ihtiyaçlarının tamamının karşılanmasına talip olmuştur. Dolayısıyla külli liderlik, bütüncül önderlik, yegane kanaat mercii, bağlılarının ihtiyaç duyacakları tasavvufi içeriği de üretmiştir, diyebiliriz.
Bu yapının tarikat olmadığı kadar, tasavvuf temelli bir hareket ya da tasavvuftan nasiplenmiş bir hareket olmadığı da açıktır. Çünkü manipüle ettiklerini düşünsek de düşünmesek de, örgütün dini ve kelami referanslarının başlıca adresi olan Risale-i Nur Külliyatı, öncelikle ve sadece tasavvufi perspektifle üretilmiş bir metin değildir (Risaleler, tamamen modern meselelerin gerektirdiği biçimde, farklı perspektifleri harmanlayan melez bir üslup ve perspektif sunar). Dahası Külliyat’ın, tasavvufla arasındaki mesafeyi özetleyen “zamanımız tarikat zamanı değil, hakikat zamanıdır” talimi de ortadadır.
Dahası, herhangi bir tarikat, meşruiyetini sahih bir silsileden alır. Silsile, tarikatın soy kütüğüdür. Tarikatın tarih içindeki seyrini bu silsile üzerinden izleyebilirsiniz. Silsile üzerine söylenecek söz çoktur ve çoğu da söylenmiştir ama konumuzla ilgili olarak şu kadarını ekleyelim: Bir silsile, aynı zamanda bir tarikatın, tarih içinde geçirdiği yumuşak geçişlerin, radikal dönüşümlerin, yaşayan bir bünye olarak zamanın tazyikine verdiği tepkilerin de sicil kaydı gibidir. Yani bir tarikatın sesli zikri terk edip, zamanla sessiz zikri kaide haline getirmesi ya da halvet gibi temel bir uygulamasını kural olmaktan çıkartması gibi değişimler, silsilesi üzerinden takip edilebilir. Bu aynı zamanda tarikatın hayatiyetini sürdürme stratejilerinin takibi anlamına gelir. Bu örgüt, bir silsileye sahip olmamak bakımından elbette bir tarikat sayılamaz. Tarikat sayılamadığı için de, karakterinin başlıca hususiyetlerini izleyebileceğimiz bir soya, soy kütüğüne, gen haritasına sahip değildir. Bu da, entelektüel ve manevi rehberliğin, tarih içinde oluşmuş bir geleneksel akla ve tasavvufi bir sağduyuya değil, bütünüyle çok kişisel bazı tercihlere, yani tamamen Gülen’e terk edilmesi anlamına gelmektedir.
Gülen’in andığımız dört ciltlik tasavvuf kitabındaki bu silsilesizliğin örnekleri net görülebilir. Herhangi bir tasavvufi geleneğe yaslanmadığı için, kitapta müteşerri ve vahdet-i şuhudcu bir bakışla vahdeti vucudçu bir bakış zaman zaman birbirine karışır, iç içe geçer. İlk dönem sufilerinin meşreplerini tavsiye eden bir paragraf, pek kısa bir aralık sonra yerini vahdet-i vucudçu Ehadiyet-Vahidiyet mukayesesine bırakabilmektedir. Ya da yazar, tarikatlar arasındaki, birbirinden şöyle ya da böyle farklı olan seyrü sülük usulleri arasında tercihlerde bulunurken de, bu tercihlerin sebepleri tamamen belirsiz ve köksüzdür. Kitap bir silsilenin son halkası tarafından yazılmış olsaydı, silsilenin bütün halkalarının güttüğü müteselsil bir meşrep davasının, karakteristik biçimde ve bir omurga teşkil edecek kat’ilikte her satırda sezilmesi gerekirdi. Oysa kitap nihayetinde biraz oradan, biraz buradan yapılmış bir derleme havasındadır.
Aynı kitaptaki ilginç bir husus da, Gülen’in, manevi makamların marifet/hakikat/fena/beka/cem vb nihai menzillerine dair konuşurken kullandığı ve kendisinin de bizzat temkinli oluşuna işaret ettiği dildir. Mesela bu bablarda, bu makamları hakikaten kat etmiş olan Mevlana’nın, İbn Arabi’nin, Konevi’nin, Bursevi’nin iddialı ve serazat dili onda yoktur. Onların, mezuniyetlerine dayanarak yükselttikleri perde yerine Gülen’de tutuk, kitabi, derlemeci bir üslup hakimdir.
(Bu meseleye bir sonraki yazımızda devam edeceğiz)