Bir şehri tanıma yolu olarak sularından içmek

Her seçim sonunda, oyları sebebiyle ve basının ön ayak olmasıyla yeniden keşfedilen bazı şehirlerimiz var. Bu şehirlerin yerleri için hep birlikte haritalara bakılıyor, “vay canına, orada mıymış, daha güneyde bekliyordum” gibi şeyler mırıldanılıyor. O şehirden bir iki tanıdık arkadaş hatırlanmaya çalışılıyor, varsa bir yazar, bir şöhret.

Her şehirde, o şehrin kanavasından kolayına sökülüp atılmayacak bir doku var. Bu dokuya temas etmiş birisi, o şehrin derinine, o şehrin kendini tekrarlayan sözüne temas etmiş de oluyor. Ama bir şehrin derinliğine vakıf olmak pek o kadar kolay değil. Vakıf olmak dışında duymak, duyumsamak ise belki daha da zor.

Bir şehri duyumsamak için, mesela o şehrin türkülerini dinlemek gerekir. Geçenlerde bir arkadaşım, ancak zorunlu hizmet sebebiyle Anadolu’da yaptığı otobüs yolculuklarından sonra türküleri sevmeye başladığını söyleyince, doksan sekiz kışında süt beyaz bir tabiatta, Erzincan-Erzurum yolunda ilerleyen bir otobüste, sabahın ilk ışıklarıyla radyoda başlayıveren “Kırmızı gül demet demet” türküsünün beni nasıl o yalçın dağlara, dağlar ardındaki Erzurum’a, o şehre benzeyen insan yüzlerine aşina kıldığını hatırladım. İçinde “Revan (Erivan)”, “balam”, “muhannet” kelimeleri geçen bir türküye tutunarak şehre dokunduğumu derinden duydum. Otogara geldiğimde, kesif sigara kokan yorgun adamlardan, yerde sürüklenen ayakların seslerine, pilli bir radyodan cızırtıyla yere dökülen TRT sunucusunun o saatlerle çelişen neşesine kadar, her şeyi artık çok tanıdık buluyordum. Bir türküsünü içten sevmekle, o şehrin beni artık kabul ettiğini hissediyordum.

Yetmez, sularından içmek de gerekir. Bir şehrin suyundan içince, o şehri sevmeye başlayacağınızı, Kahire’den Saraybosna’ya ya da Kütahya’ya kadar dünyanın birçok şehrinde işitirsiniz.  Yetmez, Ulu Camii’nde namaz kılmak, yaşlı esnafıyla, mümkünse eşrafıyla sohbet etmek, otogarında vakit öldürmek de gerekir. Taş çarşısında çırak çocuklarla konuşmak, bir ana-kızın sohbetine kulak vermek de iyi olur. Bunları yapınca ancak, o şehrin gözümüzde canlanmaya başladığını, bir manevi siluetinin belirmeye başladığını görürüz. Bunlarsız, o şehirde ancak bir turist, kültür turizmine ya da mutfak turizmine kendini kaptırmış bir görgüsüz olarak kalmak zorundayızdır.

Sezai Karakoç’un şiirlerinde ve yazılarında geçen bir beynelmilel hava vardır. Bu coğrafya-aşırı havaya, zaman-aşırı bir havayı da eklemeli. Orta Doğu’nun şehirleri onun satırlarında resm-i geçittedir. İslam şehirlerinin göz alıcı çağları da öyle. Sezai Karakoç’un, altmışların Türkiye’sinde bu sesi, bu duyarlığı nereden bulup çıkardığı bende hep merak konusuydu. Öyle ya, o vakitler Türkiye’nin başka İslam ülkeleriyle, İstanbul’un başka İslam şehirleriyle alakası hemen hiç yoktu. Kabul, bazı Mısırlı, Pakistanlı Müslüman düşünürlerden yapılan tek tük çeviriler vardı ama bunlar da kültürel ve felsefi olmaktan öte siyasi içeriklere sahipti. Sezai Karakoç ise, Orta Çağların Orta Doğu’sundan çekip çıkardığı bir sesi tekellüfsüz, öz malı gibi kullanıyor, cari İslamcı coğrafya tahayyülünü genişletiyordu. Bu sesi, bu bakışı nereden tevarüs etmişti? Hangi kaynakları okumuştu? Kimlerden etkilenmişti?

Bu sorunun elbette tek bir cevabı yok. Çünkü bir fikrin bir tek kökü olmaz, belki kökleri olur. Ama büyük şairin bu sesinin zamansızlığı ve bu sesi keşfedişi hakkındaki merakım, Maraş’ı, Antep’i ve Diyarbakır’ı görünce yatıştı. Diyarbakır’ın bileşenleri, yine Erganili olan Sezai Karakoç’un sesinin bileşenlerini hatırlatıyordu. Sezai Karakoç, Diyarbakır’dan Ankara’ya, Ankara’dan İstanbul’a çekilmiş bir hattı. Tarihin büyük işini henüz bitirmediği bir şehir gibiydi orası. Seküler bir dünyaya ait olamayacak kadar İslamdı. Halep’i, Kerkük’ü, Bağdat’ı görmeye, onu ya da Antep’i görmekle başlayabilirdiniz. Orta Doğu’nun bir sürü kadim dilinin ve lehçesinin işitildiği, benim için yepyeni seslerle dolu yerlerdi bu şehirler.

O seyahatte, Diyarbakır’ın merkezindeki bir otelin beşinci katında kalıyordum. Akşam sekiz civarında, caddeden bir ses gelmeye başladı. Melodik, ritimli bir şey okunuyordu aşağıda. Kürtçe bir şey. Aşağı indim. Otelin karşı kaldırımında onu gördüm. Taburesinde oturmuş, iki gözü de kör, yeleğinin yeşil takım elbisesini tamamladığı, başında siyah örme takkesiyle yaşlı bir adam. Kaldırımda oturmuş okuyordu. Kürtçe’nin içinden Kerbela, Fatıma, Hüseyin, Allah isimlerini seçebiliyordum. Kırk beş dakika kadar okudu, daha doğrusu terennüm etti. Gelen geçen üç beş kuruş koyuyordu önüne. Okuması bitince, toparlandı, yalnız ayrıldı. Ertesi gün yine geldi. Sonraki gün yine. Bu manzara benim büyüdüğüm yerlerde değil ama Halep’te, Lahor’da ya da Kahire’de rastlayacağınız bir şeydi. Büyük şairin mutfağına dair bir ifşayla karşılaşmış gibiydim.

Yani insanlar şehirlere, şehirler insanlara benziyor. İnsana dair bir keşif bizi o insanın şehrini keşfe, bir şehre dair bir bulgu bizi o şehrin insanına aşinalığa sevk ediyor.

Bir şehri tanımanın belki en güvenilmez yollarını memleketine yabancı gazetecinin, duygusuz bilimin, kavgacı gündelik siyasetin dili döşüyor. Şehirleri tanımaya türkülerden, çarşılardan, cami cemaatinden başlamak en iyisi. Hatta o şehri hiç görmemiş olan kör hafızlardan.