Yatılı okuyanlar bilirler. Bizim zamanımızda, yatılı öğrencilerin iyi bildikleri mevzular vardı. Hafta boyunca, yurtta çıkan yemeklerin sasılığı sebebiyle, hafta sonu dışarıda nerede ne yenir konusunda enikonu geliştirdikleri görgü bu mevzulardan biriydi. Paylaşmayı, borç alıp vermeyi de akranlarından daha erken çözerlerdi. Yatılı öğrencinin iyi bildiği mevzulardan biri de ping pong oyunuydu.
Ping pong masası, evlere sokulamaz bir büyük nesne olduğu için, gündüzlü öğrencinin evine gittiği vakitlerde, yatılı öğrencinin saatlerce onunla meşgul olması mümkündü. Ping pong bir oyundu elbette. Ama o vakitler, yani bir yeni yetmeyken, bir arkadaşla ping pong oynamanın nasıl bir insani ilişkiler sahnesi kurmak olduğunu gözlemleyebiliyordum. Bir açıdan, insan ilişkileri bana iki arkadaş arasındaki ping pong oynamak gibi geliyordu. Siz topu rakibinize atarsınız, ondan geri dönmesini beklersiniz. Topu bazen o yakalayamaz, bazen de siz. Ama her servisle birlikte yeniden başlama ve topu ortada görme yani ilişkiyi sürdürme fırsatı da yakalamış olursunuz. Top ortada olduğu sürece, masada göründüğü sürece, bir oyunun/ilişkinin sürdüğünü iddia edebilirsiniz.
Top masadaysa, topa verdiğimiz şekil, topu hangi duyguların eşliğinde uçurduğumuz rakibimiz tarafından algılanır ve mümkünse aynıyla mukabele görme ihtimali taşır. Topu onun yüzüne doğru fırlatıyorsak, kaşınıyoruz demektir. Onun rahat bir sayı alabilmesi için topu kolaylaştırıyorsak, lütufta bulunuyor, ona merhamet ediyor olabiliriz. Rakibimiz bizden küçükse bir beis yok. Ama rakibimiz akranımızsa, bu lütfumuzda bir küçültme sezebilir. Veya mesela onu zorlayacak ustalık gösterilerinde bulunuyorsak, giderek onu gösterilerimizle eziyorsak, onu bir arkadaştan ziyade bir rakip olarak görme ihtimalimiz yüksek demektir. Makul bir hırsla, anlaşılır bir teknikle, işin eğlencesini çöpe atmadan yapılan bir ping pong maçı, kim yenerse yensin arkadaşlığın imhasına değil, takviyesine hizmet ediyor görünüyordu.
Muhatabımıza topu atmak rakibimizi borçlandırır. Kendisine gelen top borçtur ve onu tekrar geri göndermelidir. Buna mukabil, ölmüş birine gönderdiğimiz bir top borçlandırmaz. O esasen o topun muhatabı da değildir. Çünkü orada değildir. Masanın diğer ucunda artık durmamaktadır. Peki, ona gönderdiğimiz topun muhatabı yok mudur?
Kör ölür, badem gözlü olurmuş. Bu söz, hayattayken, kendisini borçlandırmaktan kaçındığımız ya da kendisi tarafından borçlandırılmak istemediğimiz kimseleri, onlar öldükten sonra, onları borçlandırmaya çalışacak biçimde methetmenin bir yüzünü teşhir ediyor. Henüz hayattalarken gösteremediğimiz cömertliği, ölümlerinden sonra onlara göstermeye çalışıyoruz. Ama bu medihler, sahici bir ilişkiden neşet etmek yerine, bizim o insanların imgeleri etrafında inşa ettiğimiz ve onlarla daha başlamadan sönmüş olan ilişki arzularımızdan neşet ediyor. Ping pong masasına dönersek, muhayyel bir masada, bizim hayal gücümüzün biçimlendirdiği rakibimizle, tamamen bizim belirlediğimiz kurallar ve standartlarda bir maç kurguluyoruz yani. Karşımızda bir canlı olmadığı için, kendi imgesini, bu oyun etrafında koruma ve yaşatma imkanından mahrum. Bizse, onun imgesini yeniden yaratma, gerekirse çarpıtma ve nihayet keyfimizce biçimlendirme imkanına sahibiz.
Bu yazı, bir insanı daha o yaşamaktayken, kendi imgesini koruma kudretine sahip olmasının bizde yaratacağı tedirginliğe rağmen, takdir etmenin önemli olduğunu söylemeye çalışıyor. Bir insanı takdir etmenin bir bedeli vardır: Onunla aynı karede olursunuz; bu takdir ilişkinizi zehirlemesin istersiniz; bu takdirin sizin arzu ettiğiniz kadar takdir görüp görmeyeceğinin yarattığı bir gerilime muhatap olursunuz filan. Ama bu sahici ve insani bir ilişkinin sonucudur. Sizi, sahici bir ilişkinin yaşattığı doygunlukla ve ilişkiler içinde tebellür eden insan olmayı tecrübe etmekle tanıştırır. Sizi, kurallarını ve sahasını sizin belirlediğiniz, kısmen tanrısal ya da paradoksal biçimde bitkisel bir yavanlıktan çıkartır, insan olmanın bileşenlerini oluşturan karşıt kutupları birlikte tecrübe etmekle tanıştırır.
Ben, Sezai Karakoç’un Ping Pong Masası şiirindeki çarpıcılığı biraz da, şiirin sonundaki, bir methin arkasından gelen tedirgin edici sessizliğe ve sekteye borçlu olduğunu düşünüyorum: “Gözlerin ne kadar güzel ne kadar iyi / Ne kadar güzel ne kadar sıcak / Tak tak tak tak tak tak tak” Söyleyip kurtulmuş ve bir suskunlukla baş etmeyi göze almış, sahici insanın güzelliğidir bu.