İnsanlık tarihinin en utanç verici olaylarından biri katliamlardır. Katliamlar unutulmaz, unutulamaz. Çünkü derin yaralar bırakmıştır; katliamı yaşamış insanlar arasında. Katliamı yaşayan, gören insanların hayatında her zaman bir eksilme vardır. Onlar geçmişi bir kenara bırakıp hayata bizim gibi tutunamazlar. Hep kaybettikleri onlarla beraberdir, sürekli bir gölge gibi onları takip ederler.
Yakın zamanın en büyük katliamlarından biri Afrika’nın küçük ama öyküsü büyük ülkelerinden Ruanda’da yaşandı.
6 Nisan 1994’de Hutu olan Ruanda devlet başkanının uçağının Tutsi milisleri tarafından düşürülmesi ile başlayan katliam üç aydan fazla sürdü. Ruanda hatta Afrika, o güne kadar yaşadığı katliamların en büyüğünü yaşadı. Kendilerini Vatansever Hutular olarak tanımlayan İnterehamwe milisleri 800 binden fazla Tutsi ve ılımlı Hutu’yu katlettiler. Milyonlarca kişiyi başta Demokratik Kongo Cumhuriyeti olmak üzere göçe zorladılar.
Almanya ve Belçika işgallerine kadar kendi halinde, beraberce yaşayan Hutu ve Tutsi topluluklarının, sömürgecilerin gelmesiyle birbirlerinden en iğrenç şekilde öldürecek kadar nefret etmelerinin sebebi aslında belli… Özellikle Belçika, sömürge döneminde ırkçı politikalarını bir nefrete dönüştürmeyi başardı. Siyah halkın diğer siyah halka düşmanlığı ortaya çıkarılarak etnik iki grubun birbirinden nefret etmesi sağlandı.
Tanzanya’nın ilk devlet başkanı ve kurucusu Julius Nyerere’nin meşhur cümlesi her şeyi açıklıyor. Nyerere “Beyazlar gelmeden önce biz Afrikalılar, yine kendi aramızda kavga ederdik. Fakat kavgalarımızda fazla kan dökmez, katliamlar yapmazdık. Kabilelerin büyükleri bir ağacın altında toplanır, sorunu çözmeden kalkmazlardı. Batılılar geldi, sorunlarımızı çözemiyor, üstelik daha fazla birbirimizi öldürüyoruz” demişti. Batılı sömürgeciler Tutsi ve Hutular arasında nefret tohumlarını ekmeyi başardılar ve soykırım denilebilecek bir katliamın gerçekleşmesini sağladılar. Tabii Fransızların gözetiminde.
Güney Afrika’da, Afrika’daki çocuk askerler üzerine haber hazırlığı yaparken tesadüfen bir Ruandalı ile tanıştım. 30-35 yaşlarında olan bu Ruandalı bir restoranda güvenlik görevlisi olarak çalışıyordu. Kendisinin bu katliamın tanıklarından biri olduğunu öğrendiğimde kafamda Ruanda soykırımı ile ilgili ne varsa sormuştum. Paul adındaki bu Ruandalı kendisinin katliam dolu o 100 günü yaşayanlardan biri olduğunu, aslında kendi öyküsünün bu olayda yaşananların sadece bir karesi olduğunu söylemişti.
Paul katliamının yaşandığı 1994 senesinde 10-12 yaşlarında bir çocukmuş. Anne babası ve biri kendinden büyük diğeri kendinden küçük iki kız kardeşi ile başkent Kigali’de yaşıyormuş. Öğretmen olan babası Tutsi, hemşire olan annesi de Hutu imiş. Olaylar başladığında ilk kez Hutu milisler yan komşularının evini ateşe vermişler. Ertesi gün ise Paul’un ailesi ile birlikte yaşadığı eve gelmişler. Evden herkesi dışarı çıkartmışlar. O gece Kigali’de kanlı bir gün yaşanmış, babası ve bir kız kardeşini milisler öldürmüş, annesi ve diğer kız kardeşini dövmüşler. O gece milisler Paul’u da yanlarına alarak başka bir bölgeye götürmüşler. Bir gece boyunca 10 kadar çocukla bir odada çıplak bir şekilde kalmış. Sabaha kadar istismara uğramışlar. Sabah olunca çocuklardan 3’ünü gözlerinin önünde pala ile öldürmüşler. Milisler çocukları öldürürken “böceklere ölüm” diye bağırıyormuş. Sonra 7-8 çocuğu Kigali camisi etrafında boş bir araziye getirmişler. Orada çocukları tekrar ağız ve burunlarından kan gelinceye kadar dövmüşler. O sırada oradan geçen biri Paul’u tanımış. Bu kişi babasının arkadaşı bir Hutu imiş. Bu şahıs milislere Paul’un Tutsi olmadığını annesinin vatansever bir Hutu olduğunu babasının çok küçük yaşta terk ettiğini söylemiş. Milisler Paul’u bırakmışlar. Adam, Paul’u Kaddafi tarafından yaptırılan Kigali camiine götürmüş. Paul Kigali camiinin mahzeninde 100 günden fazla kalmış. Daha sonra katliam günleri sona erince ailesini aramak için evlerinin bulunduğu yere gitmiş. Fakat evlerini harabe içinde görmüş ve annesi ile kız kardeşini bulamamış. Daha sonra Ruanda Yurtseverlerin yardımı ile akrabalarının yaşadığı Demokratik Kongo’daki Ketane bölgesine geçmiş.
Paul’un asıl yaşadıkları Demokratik Kongo’da başlıyor. Üç yıl orada çocuk asker olarak Tutsi bir silahlı örgüt içerisinde bulunmuş. Birçok köye düzenlenen saldırıya katılmış. Tutsiler Ruanda’da yaşadıklarının acısını Demokratik Kongo’nun güney köylerinde yaşayan Hutulardan çıkarmışlar. Daha sonra Paul bu örgütten kaçarak kurtulmayı başarmış. Önce Tanzanya’ya sonra da Güney Afrika’ya gelmiş, burada evlenmiş.
Paul, şimdi eşi ve iki çocuğu ile Cape Town’da hayata tutunmaya çalışıyor. Fakat her hayata tutunuş çabasında geçmiş, onun bir türlü peşini bırakmıyor. Geceleri uyuyamadığını sürekli Ruanda ve Kongo’da yaşadıklarını anne babası ve kardeşlerini hatırladığını söylüyor.
Ruanda hükümeti de katliamın izlerini 22 yıldır silmeye çalışıyor. Bu yüzden Hutu ve Tutsi kelimelerinin kullanılmasını dahi yasakladılar. Başkent Kigali’de yaşananları unutmamak için bir soykırım müzesi kurdular. Fakat katliamlar Ruanda’nın peşini bırakmayacak, bölgede beyaz adamın ve Çin’in çıkarları olduğu sürece yeni katliamlar yaşanmaya devam edecektir. Nijerya’da katliamlar sözde din üzerinden yapılıyor, Güney Sudan, Orta Afrika Cumhuriyetinde siyasi çıkarlar, Burundi, Kongo ve Ruanda ekseninde ise etnik unsurlar üzerinden. Bu katliamlarda her defasında kazananlar diğerleri oluyor. Siyah adam kendini öldürürken çağdaş sömürgeciler, sözde barışı sağlamak adına Afrikalıların zenginliklerini kendi ülkelerine taşımaya devam ediyor. Nijerya bu durumun en güzel örneği. Boko Haram terörü sonucunda kuzey bölgelerinde halkın ekonomik gücü yüzde 20 azalırken, batılıların Nijerya petrolünden elde ettiği gelir yüzde 4 arttı.
Bir katliamı hatırlamak geçmişle birlikte yaşamak demektir: önemli olan bu hatırlamanın bir intikam duygusuna dönüşmemesidir. Her intikam duygusu diğer Afrikalıları öldürmeyi gerektiriyor. Sonuçta beyaz adam öldürmüyor gibi gözüküyor ama aslında Afrikalıların geleceğini, zenginliğini, mirasını elinden alıyor.