Zamanımızın ruhu kendinde mündemiç köksüzlüğünü bize de dayatıyor. Popüler olana rağbet etmeksizin hayatın idamesi mümkün değilmiş gibi bir yanılgının kuyruğunda sürükleniyor insan. Basmakalıp yaşam önerileri içerisinde yuvarlanıp gidiyoruz. İznimiz mi var, hemen paketlenmiş tatil önerileri burnumuzun dibinde bitiveriyor. Şu kadar yıldızlı otellerde her şeyin ama her şeyin dâhil olduğu konaklamalar yaparak, ideolojik kırıntılarınıza göre şekillendirilmiş havuzlarda yüzebilirsiniz pekâlâ. Putlaştırılmış üçlü deniz, güneş ve kumun tadını filanca tarz güneş gözlükleriniz ve yine ideolojik kırıntılarınıza göre tasarlanmış mayolarınızla çıkarabilirsiniz. Nerede ne yenir, nerede kalınır, nereler gezilir sorularının bütün cevapları popülerlik düzeyine göre sıralanmıştır zaten önünüzdeki ekranlarda. Neticede her şey bir selfie ile nihayet bulurken bronzlaşmış bedeninizle yeni yorgunluklar taşırsınız yaşam alanlarınıza. Sosyal medyaya bütün bu olan bitenin sahte gülümsemeler eşliğinde yansıması için bütün fotoğraflarınız seferberdir artık. Fotoğrafınızı alamadığınız yere gitmiş sayılmazsınız, bu da böyle bir kuraldır işte.
Eleştirmekle beraber kimi zaman kendimi içerisinde bulduğum bir durumdan bahsediyorum aslında. Hadiseyi asıl zor kılan şey de biraz burada gizli. Allah yardımcımız olsun.
Oysa bir küçük fırsat bulup kendinizi –mesela- o hiç bilmediğiniz Anadolu’ya bıraktığınızda yolculuğunuzun nerede ve nasıl biteceğini, bin yıldır süregelen hangi hikâyenin bir parçasına dönüşeceğinizi hiç ama hiç kestiremezsiniz.
Aile fertlerimizin tümü için geçerli olan ilginç bir seyahat anlayışımız olduğunu düşünürüm. Bazen geldiğimiz bir kavşakta ‘sağa mı dönelim yoksa sola mı çocuklar’ sorusuna verilen cevapların ittifakına varacak kadar plansızlıklara tanık oluruz. Bugüne kadar bu anlayışımızdan dolayı zararlı çıktığımızı hiç hatırlamıyorum. Neticede biz bir havzayı hedefliyor ve satırlarını hiç bilmediğimiz yeni bir hikâyeyi düşlüyoruz. Kimi zaman kaldığımız bir köy evinin sahibinde buluyoruz o hikâyeyi kimi zaman namaz kıldığımız bir caminin parmakla sayılı kalmış cemaatinde. Siz biriktiregeldikleriniz eşliğinde bir hikâye diliyorsanız eğer o hikâye gelip sizi buluveriyor. Sonrasında sürece teslim oluveriyorsunuz.
Bu sefer de öyle oldu doğrusu.
Konya, Beyşehir ve Akseki havzasını belirledik bu defa. Tarih, dostlarımız, muhabbet, merak, bilmek dinginlik ve huzurdu istediğimiz. Çok istersek Alanya, Manavgat ya da Antalya taraflarına inebilir, genzimizde tuzlu suyu hisseder, denizin dibine, üç kulaçta bir gökyüzüne, iyice açıldıktan sonra dağlara çevirdiğimiz gözlerimizle yaratılmış olmanın verdiği yükün bir kez daha farkına varabilir ve yorgun argın, üzerimizdeki suyu döke döke vardığımız sahilde dikilirken parmaklarımızın aralarından kaynayan kum ve suyla küçük bir temasımız olabilirdi. İstediklerimiz bunlar olduktan sonra hangi noktada olduğunuzun da bir önemi kalmıyor tabi.
Burada bir hususa dikkatinizi çekmek isterim. Eleştirdiğim gezi anlayışları İslam dışı olarak tasarlanmış olanlar değil yalnızca. Kabe’yi bile kırmızı fiyonklar eşliğinde pazarlayan Müslümanların var olduğu dünyada bir başka açıdan sıradanlaşmanın daha da berbat bir yanı olduğunun bilinmesini isterim. Bu anlayış mesela Saraybosna’nın da canını çıkarmak üzere Konya’nın da…
Konya’nın Mevlana’dan ibaret olduğunu düşünenlerdenseniz fena halde yanılıyorsunuz demektir. Bir toplumun kuruluş hikâyesine ruh üfleyen, can veren beldelerimizdendir Konya. Medreseleri, camileri, evleri, devlet binaları, tüm şehrin ve insanının dinginliği ile bu böyledir. Medeniyetimizin kök hücrelerinin saklı olduğu şehirlerden birinin de Konya olduğunu düşünmüşümdür hep. Yok edilmiş saraylarına, hiçbir iz bırakılmamacasına yeryüzünden sökülüp alınan yüzlerce camisine, insansız ve hayatsız bırakılarak ölüme terk edilen evlerine rağmen bu böyle.
Beyşehir hakkında bildiklerinizi bir gözden geçirmenizi istesem sizden neler söyleyebilirsiniz peki? Göl evet… başka? Beyşehir’i sadece haritadan bilip burayı yalnızca gölden ibaret sananlar ancak kök boyalar ve çinilerle bezeli, sedir ağacından sütunları ve kar kuyusu ile meşhur Eşrefoğlu Camii’nin çatısındaki sekiz asırdır var olan açıklığı anlamsız bulup kapatabilirlerdi. Eşrefoğlu Camii öldüğünde ne Beyşehir kalacak ne de bu ülke, öleceğiz hepimiz.
Beyşehir’i geride bırakıp Toroslara tırmanmaya başladığımızda bize eşlik eden şey muazzamlıktan başka bir şey değildi. Fonda, dakika dakika siluetten hakikate dönen sıradağlar, kat ettiğimiz metreler boyunca değişen bitki örtüsü ve ritmini hiç bozmayan cırcır böcekleri vardı yalnızca.
Gün akşama dönmek üzereydi yüzünü. Ve biz henüz bulamamıştık hikâyemizi. Takriben bir saat on beş dakika vardı Akseki’ye varmamıza. Peki Akseki hakkında ne biliyorduk? Ahmed Hamdi Aksekili Hoca… evet, başka? Biraz hafızayı zorlayınca Tahtakale esnafındaki Aksekililer… doğru, başka? Yörükler, keçiler, köy sütü, köy peyniri, köy domatesi, köy… Ne kadar sıradanlaşıyor her şey yine farkında mısınız?
Peki ya gerçekten böyle mi Akseki havzası?
Kök hücrelerimiz buralarda beklemeye durmuş bizi de farkında değilmişiz meğer.
Ne demek mi istiyorum; haftaya anlatayım.